Wednesday, February 27, 2008


“VELKAM, VELKAM!” (II) – BİR ŞEHİR TURU DAHA

Londra’daki ev sahiplerim Metty ile Robert bir toplantıya katılmak üzere geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiler. Güya bu yaz ben onları ziyaret edecektim, ama olmadı. O yüzden gelişlerini aniden haber vermeleri hoş bir sürpriz oldu. Onları karşılamak üzere Sabiha Gökçen Havaalanı’na gittim. Akşam trafiği nedeniyle erken çıkmama rağmen havaalanına gitmem yaklaşık 3.5 saatimi aldı. İngiltere’de iken Londra’dan Oxford’a otobüsle yaklaşık 1.5 saatte gitmiştim. Sırf bu trafik yüzünden İstanbul’dan nefret eder hâle geldim. Bana gelmeden önce İstanbul’da metroya ya da trene binmek için ne kadar para lazım olur diye sormuşlardı. Halbuki İstanbul’da bunların ikisi de toplu taşıma kapsamına girmiyor!

Metty değişmemişti, ama Robert saçlarının iyice uzatmış, başına da kovboy tarzı bir şapka geçirmişti. Binadan çıkmaları gecikince görevliler ile konuşup bineceğimiz servisi beklettim. Böylece çıkmalarını görevliler ile birlikte beklemeye başladık. Adamlar Robert’ı o hâli ile görünce bayağı şaşırdılar. Halbuki dış hatlardan çıkan farklı tipteki yolculara alışık olmaları gerekirdi. Serviste tek başına dünyayı gezen, Kihe adında 23 yaşında bir Meksikalı ile tanıştık. O da bizimle birlikte Taksim’e gidiyordu, bir pansiyonda kalacaktı. Yaklaşık 5.5 aydır dolaşıyormuş, üç günlüğüne İstanbul’da kalıp ardından Hindistan üzerinden Tibet’e geçecekmiş. 3.5 ay kadar daha dolaştıktan sonra memleketine dönüp mimarlık masterı yapacakmış. Adama özenmemek elde değildi.

Metty ile Robert ilk defa İstanbul’a geliyorlardı, böylece ertesi günü onları ve Kihe’yi alıp Sultanahmet’e götürdüm. Özellikle Kihe Sultanahmet Camisi’ni görmeyi çok istiyordu, sürekli “Blue Mosque” deyip durdu. Onun öncesinde Kapalıçarşı’da hediyelik eşya alırken sorun yaşadık. Kihe bir dükkâna girip ufacık, parmak kadar bir vazo tarzı eşya için adam ile konuşmaya başladı. Onun peşinden Metty de girip eşyanın fiyatını sorunca adam Metty’e “Tamam, yeter, çıkın dışarı!” diye kabaca cevap verdi. Bunun üzerine Metty adama, “Sen bizi dışarı mı atıyorsun? Şikayet ederim seni,” diye çıkıştı. Böyle olunca adam dükkânı arkadaşına bırakıp sıvışıverdi.

Ardından Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Yerebatan dolaştık. Ancak Yerebatan için olan giriş bileti parası beni çok sinirlendirdi. Zira Türkler için 3 lira isterlerken, yabancılardan 10 lira istiyorlardı. Böylesine bir terbiyesizlik, böylesine pis bir soygun olamaz! Adamların işi gücü soygun, talan olmuş. Millet Maliye Bakanı’na özeniyor resmen. Gezmekten yorulunca civardaki kafe tarzı bir yerde oturduk. Robert yorgunluktan hemen divana kıvrılıp kısaca kestirdi. Kihe de daha önce gezdiği yerlerde çizdiği suluboya eskizlerini bize gösterdi.

Otururken bir ara Metty ile Robert türban yasağının kalkması üzerine tartıştılar. Metty bu yasağın kalmasını iyi karşılamıyor, bu işin bir gerileme olduğunu söylüyor, Robert ise buna itiraz ediyordu. Bir ara Robert, “hiçbir memleket geri gitmez,” diye bir söz söyledi. Yani bir memleket durduk yerde 50 veya 100 sene gerilemezdi. Önce itiraz edecek gibi oldum, ama kısıtlı vaktimizi tartışma ile geçirmek istemediğimden bir şey demedim. Robert olanları kendi Avrupa merkezli görüş açısı ile yorumluyordu. Danimarka’da yayınlanan peygamber karikatürleri yüzünden olanlardan bahsettim ve İslâmcıların kendilerinden farklı olan kişilere karşı son derece hoşgörüsüz olduklarını söyledim. Bir şey demedi. Nitekim Londra’da karikatürler yüzünden yapılan gösterilerden haberdardı.

Kihe ise olup bitenlere tamamıyla yabancı idi. Türban yasağından bahsederken bana “Türban nedir?” diye sordu. Ben de ona bazı kadınların saçlarını erkeklere gösterirlerse günaha gireceklerine inandıklarını, bu yüzden saçlarını erkeklerden gizlemek için kafalarına uzunca bir örtü taktıklarını, bunun da türban olduğunu söyledim. Ben anlatırken Kihe’nin gözleri şaşkınlıkla açıldı; anladığım kadarıyla saçların erkekler tarafından görülünce günaha girileceği fikri ona bir hayli “fantastik” gelmişti. Biz konu hakkında konuşurken bir şey demedi. Böylesi bir durum ile hayatında ilk defa karşılaştığı aşikârdı.

Çarşamba günü Eminönü’nde idik. Metty balık-ekmek yemeyi çok istediğinden, günü orada bulduğumuz bir yerde oturup sohbet ederek geçirdik. Öncesinde Dolmabahçe Sarayı’na gidip Atatürk’ün öldüğü yeri görelim dedik, ancak sarayın her bölümü için ayrı ayrı para, üstelik de en az 10 lira istediklerinden vazgeçtik. Zira bu tam manasıyla bir soygundu! Kabaca 50-60 lira ödememiz gerekiyordu – her yeri vurgunculuk ve kazıkçılık sarmış. Onun yerine kısa bir boğaz turu yaptık. Dönüşte Eminönü’ye gitmek için bindiğimiz vapurda tam karşımızda 20-22 yaşlarında bir genç oturuyordu. Yolculuk boyunca durmadan bize, özellikle de Robert’a baktı. Öyle yan yan ya da göz ucuyla da değil; resmen televizyon seyreder gibi uzun uzun bizi izledi. İnsan bu kadar mı görgüsüz olur!

Gezdiğimiz süre boyunca beni en fazla rahatsız eden şey, satıcıların ve dükkân sahiplerinin sürekli peşimizden gelip bizi resmen taciz etmeleriydi. Kapalıçarşı’ya girerken Robert’ı önce kadın zannettiler. İçerde satıcılardan biri de ona “Mr. Cowboy” diye seslendi. Yolda yürürken Metty ile konuşa konuşa önden gidiyorduk, bir ara geri dönüp arkamıza baktığımızda Kihe ile Robert’ın iki ayakkabı boyacısı tarafından köşeye sıkıştırılıp zorla ayakkabılarının boyandığını gördük. Adamlardan biri elini açıp “yardım, yardım,” demeye başladı. İkisini de adamların ellerinden kurtarıp, “sakın yolda böyle şeyler için durmayın, yürüyüp geçin,” diye tembihledim. Eminönü’nde de oturduğumuz yerde garsonlardan biri gene Robert’ı kadın zannetti. Ben de “Yahu adamın neresi kadına benziyor?" diye söylenmeye başladım, zira 1.90 küsur boyu ve yapılı vücudu ile bir insanın sırf saçları uzun diye kadın zannedilmesi mümkün değildi. “Bu halk bu kadar mı ahmaklaştı?” diye düşünmeden edemedim. Metty kadın meselesi yüzünden Robert ile dalga geçmeye başladı, o da sadece gülümsemekle yetindi. Herhalde Türk olsaydı Kapalıçarşı’daki adamları ve garsonu döver, vapurdaki gence de, “Ne bakıyorsun ulan! Açıkta bir şey mi gördün?” diye çıkışırdı. Doğrusu da buydu zaten! Benzeri sorunlar yaşadığımı daha önce de anlatmıştım.

Sonuç itibariyle Metty ile Robert’ı yeniden görmek çok güzel oldu. Ancak karşılamak kolay, ayrılmak zordu. Metty İstanbul’a hayran kaldı, “Burada yaşamak isterdim,” dedi. Ben de, “Sen hele birkaç ay otur, bir de trafik sıkışıklığını gör, bak nasıl da fikrini değiştirirsin,” dedim. Tabii bir de deprem meselesi var. Bir ara depremden bahsederken Robert bana beklenen büyük deprem için ne gibi önlemlerin alındığını sordu. Ben de “Hiç!” dedim. Aslında bu büyük depremden korkmamak, bunu bir fırsat olarak görmek gerekir diye düşünüyorum. Zira deprem olduğunda, bizi rahatsız eden ve vurgunculuktan başka bir şey düşünmeyen bu ayaktakımının yaşadığı uyduruk kıytırık, kötü yapılmış gecekondu tarzı yerleşim yerleri yerle bir olacak. Böylece bu lümpenler de enkaz altında kalıp ayıklanacak; toprak kirden temizlenecek. Sağ kalanları da özel olarak bu iş için kurulacak “lümpen itlaf birlikleri” hâlleder diyorum. Bakınız, memleketin hâlini düşününce yine hayallere, ütopyalara daldım. Hep söylerim, bir diktatör lazım bize, diktatör!

* * *

Bu arada Goddess-artemis’in önceden haber verdiği mimini de cevaplayayım:

Geçmişe gitseydim: (a) 1800’lerin sonlarına doğru Londra’ya gidip yüce adam Hz. Marx’ı görürdüm. Evine gidip ekonomi-politik tartışmak isterdim (b) 1960’ların sonlarında yine Londra’da olmak isterdim. Jimi Hendrix Finsbury Park’da konserler veriyordu. Bir defa gitmek gerekirdi.

* * *

Alın kardeşim, Mr. Big’in 2001’de çıkan “Actual Size” adlı son albümünden bir parça! 1991’de “Lean Into It” albümleri çıkmıştı, lisedeydim, Türkiye’de çıkar çıkmaz alıp dinledim. Sonra o kadar başarılı, hit çıkaran bir albüm yapamadılar. 2002’de de dağıldılar. Hey gidi günler hey.

Wednesday, February 13, 2008


KARIŞMAK

Yukarıdaki resmi Gaykedi gönderdi. Resmi görünce önce “Din elden çoktan gitmiş bile, kahrolsun laiklik!” diye yerimden sıçradım, ama ardından “fotomontaj da olabilir,” diyerek soğukkanlılığımı sağlamayı başardım. Valla, bence resimde olanlar resmen zinaya giriyor – bugün parkta böyle, yarın kim bilir nerede ne yapar bunlar, değil mi? Herife baksanıza, açmış bacakları öyle; kız da üstüne abanmış. Töbe töbee! Oysa İran’da olsaydık, din bekçileri bunları dakikasında tutuklar, sonra da zina yaptılar diye yüzer değnek atardı; belki akılları başlarına gelsin diye işkence bile ederlerdi. Kötü mü? Yılanın başını küçükken ezmek lazım. Evli olsalar şüphesiz taşlanarak öldürülürlerdi. Keşke İran da bizim memlekete sınır ötesi operasyon yapsa diyesi geliyor insanın bunları gördükçe.

Peki, bizim Müslüman gençlerimiz niye böyle ahlâksızlıklar yapıyorlar? Çünkü bu memlekette şeytanî bir düzen olan laik rejim var! Bütün fitne fesat işte bu rejimden kaynaklanıyor. Özellikle din işlerinde merkezî otoriter bir denetim olmadığı için, isteyen istediği gibi giyiniyor, isteyen istediği dine inanıyor. Gençler el ele tutuşup sokaklarda geziyor, öpüşüyor, daha da rezili flört ediyor. Millî değerlerimiz ayaklar altına alınıyor. Allah’a şükür AKP geldi de, yavaş yavaş bu düzenin altı oyuluyor. Erdoğan, Gül, Çelik, hatta Unakıtan gibi Müslümanlığından ve ahlâkından kuşku duyulmayan adamlar memleketimizi tedricen İslâmî bir nizama sokacaklar inşallah – amin!

I

Şu örtünme meselesinde Atatürk ne demiş diye merak ettim, kütüphaneden bir-iki kitap indirtip karıştırdım. Sonunda zamanında aldığım bir kitapta bir şeylere rastladım (Sadi Borak, "Atatürk’ün Resmî Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri", İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997). Bakın, İzmir’de 2 Şubat 1923 günü halka yaptığı 6 saatlik konuşmada Atatürk neler demiş (ilk cümlede konuşmayı not eden kişiden kaynaklanan bir cümle düşüklüğü var):

Ben sanıyorum ki, bu millete, bu memlekete cümlenizce malum olduğu gibi şuradan buradan gelmiş olan bu kötü âdet – ki ne din, ne ahlâk, ne tabiat bunu kabul eder – ne de Allah emretmiştir. Bu kötü hâlleri Garbin süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikatten yukarıdan aşağıya açık bir kafesle ayrılmış birtakım yaratıklarla dolu idi. Kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin dikkatini çeken önemli manzara ve ifade olunan önemli hâl cümlenizce malumdur ki, daha çok örtünme şekli üzerinde tespit edilmiştir. Bu örtünme şekline bakanlar hüküm veriyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu örtünme şekli din icabı da değildir. Hatta o kadar değildir ki, meşru da değildir. Din gereği örtünmeyi ifade etmek lazım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, kadınların örtünmesi, külfeti mucip olmayacak ve adaba uymayacak şekilde olmamak şartıyla, basit olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hâsıl olacak olan örtünme şekli, belki Garp âlemindeki örtünme şeklinden az çok farklı olabilir. Fakat meselenin önemli noktası behemehal uymak da değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki, örtünme şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan ayıracak, meşru olmayacak dereceye getirmemiş olsun. (s. 179)

(…) kabul etmek lazımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile, şu veya bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur. Vardır, fakat o da ancak zindanlardır. Ben korkusuz, çekinmeksizin kati olarak ifade ediyorum ki, millî egemenliğin değiştirilmesi ve karıştırılması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını isteyenler benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, bunları parça parça etmektir. (s. 185)

Emin olasınız ki efendiler, bizi, milleti daima kandıranlar, büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan heriflerdir. (…) orta yerde namustan, şereften, istiklâlden ve hâkimiyetten yüz çevirmeyi gerektiren bir meskenet vardır. Bir alçaklık vardır. Fakat efendiler, bu meskenet ve bu alçaklık, bu necip ve ulvî milletin kalbinde değil, senin kalbinde ve senin habis dimağındadır. (s. 196)

II

Geçen defa yazdığım yazıya ismini vermemekte ısrar eden ve tahminimce Amerika’dan yazan bir kişi sürekli yorumlar yapınca, onun dediklerini yalanlayan iki habere link vermiştim. Bu haberlerin yorumlarda kalmaması için linklerini burada yeniden veriyorum. Haberlerden ilki Irak’taki kadınlara yönelik şiddet eylemleri ile ilgili. Azgelişmiş ve cahil insanların olduğu bir ülkede dinî tahakkümün ne dereceye vardığını gösteren ibretlik bir örnek. İkinci haber de geçen hafta Cuma günü Radikal’de yayınlanmış. Bizdeki üçkağıtçıların din ile ticareti nasıl bir arada götürdüklerini gösteriyor. Yalnız, burada müşteriler küçük çocuklar. Bizim dinciler arada gerçekten çok tiksinç oluyorlar.

Bir haber de BBC’den. Bakın, yeni Papa Roma’da bir üniversiteyi ziyaret etmek isteyince neler olmuş. Haberi okuyunca keşke bizim üniversitelerde de böyle cesaretli insanlar olsa diyor insan – hele şu türban bildirgesi yalakalığının yapıldığı günlerde. Ancak haberin devamı var. Üniversitenin davranışı üzerine Papa’nın destekçileri yürüyüş yapmışlar.

BBC’den bir haber daha. Hatırlarsınız, bir süre önce Danimarka’da peygamber ile ilgili karikatürler yayınlanmış, ardından da kıyamet kopmuştu. Alt tarafı peygambere karikatüristlerin bakış açısını gösteren bir olay, Arap Müslümanların ve arada Türkiye’deki hemcinslerinin düşünce ve ifade özgürlüklerine bakış açısını gösteren bir örneğe dönüşmüştü. Hatta Londra’da ellerinde abuk sabuk sözlerin yazılı olduğu pankartlar taşıyan kişiler yürüyüş bile yapmışlardı. BBC’nin haberine göre, bu karikatüristlerden birine saldırmayı planladığından şüphelenen üç kişi Danimarka’da tutuklanmış. Benim en kızdıklarım işte böyleleri. Kendi ülkelerindeki hoşgörüsüzlük ve nefret ortamını gittikleri yabancı ülkelere de taşıyanlar. Bu hakkı kendilerinde nasıl da görüyorlar, şaşırıyor insan.

Irak deyince, yaz ayında aldığım “The End of Faith” adlı kitabında, Sam Harris'in Irak’taki Şiiler için söyledikleri aklıma geldi.

What was the first thing the millions of Iraqi Shiites thought to do upon their liberation? Flagellate themselves. Blood poured from their scalps and backs as they walked miles of cratered streets and filth-strewn alleys to converge on the holy city Karbala, home to the tomb of Hussein, the gradson of the prophet. Ask yourself whether this was the best use of their time. Their society was in tatters. Fresh water and electricity was scarce. Their schools and hospitals were being looted. And an occupying army was trying to find reasonable people with whom to collaborate to form a civil society. Self-mortification and chanting should have been rather low on their list of priorities. (s. 149)

Olacak şey değil gerçekten. Sivil toplum için de benim de katıldığım şekilde aynen şöyle demiş Harris:

What constitues a civil society? At minimum, it is a place where ideas, of all kinds, can be criticized without the risk of physical violence. If you live in a land where certain things cannot be said about the king, or about an imaginary being, or about certain books, because such utterances carry the penalty of death, torture, or imprisonment, you do not live in a civil society. (s. 150)

Biz de yavaş yavaş tam manasıyla böyle bir toplum olmaya gidiyoruz maalesef.

III

Benim en kızdıklarımdan biri de, bizdeki dincilerin bütün olup bitenler karşısında utanmadan hoşgörüden bahsetmeleri. Dincilerin kullandığı “hoşgörü” lafı aslında sadece bir uydurmacadan ibaret. Dahası, bunların peşinden giden sözde aydınlar da var. Bunlar aydın değiller elbette; sadece iktidardan avanta kapmaya çalışan fırsatçılar. Araya karışan birkaç saftiriği saymaya gerek yok. Bu sözde aydınların kendileri hiçbir şeye inanmadıkları için, her türlü akıl dışı düşünceye karşı kayıtsız kalıyorlar, “başkalarına karışmamalı,” diyorlar. Oysa olması gereken tam tersi; başkalarına kesinlikle karışmalıyız. Başkalarının yanlış düşüncelerine, bize dayatmaya çalıştığı saçma sapan inançlara, bunların çağdışı davranışlarına elbette ki karışmalıyız. Bu “başkalarına karışmamalıyız,” diyenler her nedense küçücük yaştaki kızların konserve kutusu gibi çarşafa sokulmalarına, seçim öncesinde millete rüşvet niyetine bulgur, kömür ve odun dağıtılmasına, din adına işlenen cinayetlere karışmıyorlar. Halbuki bu hoşgörü lafları eden adamların bu olup bitenleri seyretmesi hoşgörü falan değil, düpedüz rezilliktir.

İşte o yüzden “o” başkalarına muhakkak karışmak gerekir. Bunların yaptıklarına göz yummak, aslında sadece bu işleri yapanlara cesaret verir. Böylelerine karşı cephe almalı, bunlarla mücadele etmelidir. Bunlara karşı hiç çekinmeden, açık seçik taraf tutmalıdır. Birileri Müslüman ayağına yatıp milleti kandırıyorsa, köktendincilik ve yobazlık yapıyorsa, kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa, 1400 yıl öncesinin birtakım arkaik uygulamalarını savunuyorsa, kendi dininden olmayanların boğazını kesiyorsa, asıl amacı demokrasiyi bir araç olarak kullanıp demokrasinin kendisini ortadan kaldırmaksa, biz böylelerine neden demokrasi adına hoşgörü gösterelim? Neden karışmayalım?

Thursday, February 07, 2008


HİKAYEDEN GERÇEĞE

Son birkaç gündür türban meselesini tartışınca aklıma Gani Müjde’nin bir kitabı geldi: “Burası T.ö.rkiye: Peynir Gemisi - 2” (İstanbul: Yılmaz Yayınları, 4. baskı, 1991). 17 sene önce çıktığı için bazı yerleri o günkü “konjonktüre” uygun olarak yazılmış, ama genel olarak güncelliğini kaybetmemiş. Ne de olsa Türkiye’de hiçbir şey değişmez. Sorunlar hâlâ aynı sorunlar, tipler de hâlâ aynı tipler.

I

Kitapta türban ile ilgili bir hikayesi vardı Müjde’nin. Karıştırıp buldum. Aşağıya da yazdım. İsmi “Tesettüre Uygun Tıp Fakültesi” (s. 26-8):

- Sevgili yavrularım. Cezm-i Âlem Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne hoş geldiniz. Burada size ilm-i tababetin ve kâinatın sırlarını öğreteceğiz. Özellikle kızlarımız için söylüyorum; tıbbiyede çekinmek olmaz. Dileyen başına hiç çekinmeden türban takabilir. Şimdi, bu bir erkek kadavrası oluyor. Paltonun üzerinden kolayca görülebileceği gibi, akciğerler şu bölgede bulunuyor.

Mide ise nah şu düğmenin altında.

Bu yamanın olduğu yerin tam altında ise karaciğer bulunuyor. Fakat bizim konumuz bu değil; bugün idrar yolları ile ilgili bir çalışma yapacağız.

- Avvvv, avvvv …

- Hemen celallenmeyin. İdrar yoları ile ilgili çalışma yapacağız dediysek, adamı soyup şeyi üzerinde çalışacağız demedik.

Şimdi nazarî olarak meseleyi ele alırsak, şu burunu şey farz edelim …

- Pipisi.

- Sana sormadık fahişe kılıklı şey! Erkeklerin yanında müsaade almadan konuşmayı sana kim öğretti?

- Ama hocam …

- Sus, sus! Hocalar götürsün seni. Maden konuşacaktın, niye geldin bizim okula? ODTÜ’ye git, İTÜ’ye git.

Ne diyorduk? Burnu pipisi farz ediyorduk, değil mi? Şu burun deliklerinin yer aldığı şişlik kısımları da ne oluyor o hâlde?

- Taşşşak …

- Kahpe! Sana soran oldu mu? Git şu köşede elli kere gül suyu diye bağır.

Şimdi ameliyata geçebiliriz. Hastanın başı kesinlikle kıbleye dönük olmalı.

- Ama oksijen maskesi ve yaşam destek cihazı diğer tarafta kalıyor.

- Sen gülsuyu demeye devam et.

Şimdi burnu hastanın dolmakalemi farz ediyorduk, burun deliklerini de hastanın şeyleri, değil mi?

- Benim kafam iyice karıştı hocam.

- O zaman benden günah gitti. Kızlar arkanızı dönün. Hastanın şeyini şey edecez.

- Biz de bakalım hocam. Bir şey öğrenemiyicez yoksa.

- Öğrenip de naapacaksınız karılar? Sizi fahri doktor yapıcaz zaten. Doktor olup da hastanın orasına burasına bakmak bir ehli namus kadınına yakışır mı? Zinaya girer vallah. Ölü de olsa göz zinasına girer. Doktor falan dinlemem. Mesela ben karıma erkek şeyi seyrettirmem kardeşim. Ya adamınki, af buyuuurun, eşek şeyi kadarsa? Sonra mukayese … Filan … Günah işte ulan! …

- Kadınlar kime gösterecek peki hocam?

- Kadınlar kadın doktora gösterebilir ancak.

- Ya doktor lezbiyense?

- Sen sus zilli! Ne dedi bu?

- Yani sevicilik hocam. Yani kadın kadına … Duymadınız mı hiç?

- Bunları öğrenmek iş değil. Bizim işimiz millî şeylerin ışığında vatanına, dinine, imanına faydalı tabip yetiştirmek.

- Ama hocam, Hipokrat yemini edicez sonuçta. Bakmazsak olmaz.

- Kim demiş? Hipokrat kim oluyor yahu? Allah’ın yemini dururken Hipokrat’ın yemini kaç para eder? Bak, ben size bir yemin metni hazırladım bile. Bundan kelli böyle yemin edeceksiniz.

“Karşı cinsten olan hastalarıma el sürersem;
“Yanında eri olmayan hastalarıma derece sokarsam;
“Allah beni çarpsın, ağzımı burnumu ters döndürsün, zürriyetimi kurutsun.”

- Peki, ya kaba etine iğne yapmak lazım gelirse?

- İğne olmaz. Hastayı uyutmak istiyorsanız benim çoraplarımı koklatın.

- Peki, açık kalp ameliyatında ne yapacağız?

- Haa, şimdi bakınız, kalp ameliyatları uzun sürer. Sabah namazı ile öğle namazı arasında bismillah denilip hastanın içine girilir. Sonra ne yapılır?

- Kalbe inilir.

- Hayır, kâfir! Öğle namazına gidilir. İkindiden sonra ameliyata girilir. Yatsıya kadar hasta iyileşmezse “Allah verdi, Allah aldı,” denilir.

Eveeet, şimdi gelelim bu kadavra üzerindeki tetkiklerimize. Kadavranın donu var, değil mi?

- Evet hocam.

- Bakalım … Aman yarabbi, bu don da ne böyle? Üzerinde dil resmi var. Kenarında da çıngırak.

- Bu donlar yeni moda hocam.

- Çabuk çıkartın şu donu. Kızlar türbanlarınızı ters çevirin. Rezalet bu, rezalet! Ahhh … Ahhh kalbim …

- Hocam! Hocam kendinize geliniz. Hoca hastalandı, çabuk tedavi edelim.

- Çekilin yanımdan! Dokunmayın bana! Ben canımı sokakta bulmadım. Elini süreni yakarım. Houston’a gidip ameliyat olmam lazım.

Beni De Bakey’e emanet ediniz.

Hikaye deyip geçmeyin, başörtüsüne serbest kalacak ya üniversitelerde, yakında duymaya başlarız böyle olayları. Bakalım bunlar olduğunda “başörtüsü savaşçısı” liberal geçinen dümbelekler ne diyecekler? Emin olun, sus pus olacaklardır. İşlerine gelmediğinde hamamböceği gibi saklanmasını iyi bilir bunlar.

II

Kitapta bir tane de şeriat hikayesine rastladım. Onun adı da “Anan Öle Cemiiil … Baban Öle Cemiiil … Yetim Kalasın Cemiiil … ” (s. 10-2):

- Şeriatta çareler tükenmez Behlül.

Bu makama geçene kadar benim nerelerim çatladı, bir bilsen.

Onun için vazifeyi eksiksiz yapmak icap eder.

- Fakat söylediğiniz her söz acayip tepki çekiyor efendim. Biraz dikkat etseniz diyorum. Feministler dün de zurna çalarak sizi protesto etmişler.

- Etsinler Behlül. Yakalayın, zurnalarını alın ve fahişe vesikası bağlayın hepsine.

- Onların vesikası var zaten. Fahişeye tecavüz edene ceza indirimi yapılmıştı ya, işte o zaman hepsi vesika almıştı.

- O zaman vesikalarını dört yıldızlı yapın. Uluslararası master card …

- Aile müsteşarlığı meselesi yüzünden de kocalarını boşamışlardı.

- Ohooo, bütün mermilerini atmışlar yahu. Durun bakalım, daha sırada “Anaya Babaya Saygı Müsteşarlığı”, “Saçı Uzun Aklı Kısa Genel Müdürlüğü”, “Kadın Sığınma Evlerini Osurukla Yıkanlar Daire Başkanlığı”, "Elinin Hamuru İle Erkek İşlerine Karışma Bölge Müdürlüğü” var. Acele etmişler valla …

- Bu fahişe meselesine beyefendi de çok bozulmuş. “Benim kızım iki kere flört ederek evlendi, ne diyor bu adam yahu!” diye sinirlenip Mehmet’in eline cetvelle iki kere vurmuş.

- Olsun. Şeriatta çareler tükenmez. Daha neler yapıcam neler. Ben muhterem Türk ailesini kurda kuşa yem etmem Behlül. Kelaynakları, Karetta Karetta tosbağalarını koruyoruz da, Türk ailesini neden koruma altına almıyoruz? Mesela şu kız-erkek meselesine kesin bir çözüm getirmeyi düşünüyorum. Artık parklarda, bahçelerde öpüşüp koklaşmak yok. Ormanlık alanlara, Yıldız Parkı’na, Emirgan ve Arif Paşa Korusu’na korucular yerleştirelim. Ayrıca Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne bağlı özel timler, ağaç, kütük ve saksağan kılığına girerek 24 saat park ve bahçeler civarında devriye görevi yapsınlar. Ayrıca flört ve fuhuş meselesine karşı Genelkurmay’a bağlı “Kontra-Bakire Örgütü” kurulsun.

- Bekâret meselesi ile baş etmek zor efendim. Kadınlar artık diktiriyorlar.

- Neee? Diktiriyorlar mı? O zaman piyasadan bütün iplik çeşitlerini toplayalım ve iplik satışını karneye bağlayalım.

- Peki efendim.

- Bitmediii … Deniz kenarındaki bankları da artık kaldırıyoruz. Zaten hepsinin üzerinde haram faiz dağıtan bankaların reklamı var. O da yetmiyormuş gibi, gençler bu bankların üzerinde aşna fişne yapıyorlar.

- Bunu niye yapıyoruz efendim? Bu banklarda en fazla yan yana oturabilirler. Ne çıkar ki bundan?

- Höst, rezil! Yan yana otururlarsa ne olur var mı? Ya herifinki çengel gibiyse? Yani soru işareti gibi olanı da vardır elbet. O zaman yandan çarklı olmaz mı? Herkesin şeysi seninki gibi nokta şeklinde değildir herhalde. Ünlem şeklinde olanı var, virgül şeklinde olanı vaaar, iki nokta üst üste olanı vaaar …

- Haklısınız, düşünemedim. Hatta meseleyi toptan çözmek için cumartesi ve pazar günleri sokağa çıkma yasağı ilan edelim, olsun bitsin.

- Doğru ya. Şeriatta çareler tükenmez demedim mi? Sonra sinemalara da bir çekidüzen verelim. Karanlıkta kimin ne yaptığı belli değil. Bundan böyle filmleri aydınlıkta oynatsınlar.

- Yer göstericiler de sinema seyredenleri videoya kaydedip, kimin ne yaptığını incelerler.

- Sonraaa, polis sokaklarda kimlik kontrolü ile birlikte kızlık kontrolü de yapsın.

Evlilik cüzdanı gösteremeyen defolu kızlar vesikaya bağlansın.

- Ya kadın dulsa, yani boşanmışsa?

- Efendim? Ne demek boşanma?

- Yani talak-ı selasiye ile, üç kere boş ol, boş ol, boş ol …

- O zaten fahişedir oğlum. Boş olan kadına bir saniye bile geçirmeden hemen vesika bağlamak lazımdır.

Haaa, şunu da unutmadan kanun teklifi olarak verelim.

Resmî dairelerde yapılacak işlemlerde kadınlardan ikâmet kağıdı, fotoğraf ve kızlık raporu istensin.

Pasaport mu alacan, kızlık raporuuu …

Nüfus kağıdını mı kaybettin, kızlık raporuuu …

Ameliyat mı olacaaan, kızlık raporuuu …

Kızlık raporu mu istiyon, kızlık raporuuu …

- Münasiptir efendim. Başka vesikalanacak kimse var mı?

- Var tabii. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun’u da yakalayın. Aslı’ya, Şirin’e ve Leyla’ya birer vesika çıkartın.

- Başka?

- Yeter bu kadar. Hadi yürü, kız lisesi dağılıyor. Tetkik ve incelemelerde bulunalım.

Aslında bu hikaye tam manasıyla uydurma sayılmaz. Hatırlayın, birkaç sene önce AKP meclisten “zina yasası” geçirmeye kalkışmıştı. O zaman bunları savunan tipler hiç gıklarını çıkardı mı? Çıkardıysa kaç tanesi çıkardı? Türban bildirgesine imza atanlar neredeydi? O zaman özgürlük yok muydu? Emin olun, o türban bildirgesi bir yalakalık belgesidir.

III

Son olarak Muzaffer İzgü’nün bir hikayesinden kısa bir alıntı yaparak bitirelim (Milliyetçilik Bozgunculuğu, “Orta Direği Yıkan Ayı”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 3. baskı, 1985):

Her gittiği yerden kovulmuş. Bizim oturduğumuz kahveden de kovuldu. Kovulur elbette. Şunun şuracığında yeşil yeşil paralar dururken, hizmetçilik, odacılık, kapıcılık, uşaklık, orospuluk, pezevenklik dururken, şu elmalı şekercinin oğlu bücür Pedro’ya da bak, neler söylüyor? Salt kovulmamalı kahvelerden, evlerden. Bununla kalmamalı, ceza da almalı. (s. 29)

Birtakım tipler desteklesinler bunları bakalım. Zamanı gelince onları da kovacaklar.


Saturday, February 02, 2008


İSLÂMCI KAFASI

Geçtiğimiz hafta Tayyip Erdoğan Batı’nın ahlâksızlığını aldık diye saçma sapan bir laf etti. Gerçi bu lafı etmesi Erdoğan gibi kara cahil bir insan için sıradan bir olay sayılabilir. Nitekim Erdoğan kimi zaman kabalığından, yani incelik nedir bilmediğinden, kimi zaman da AKP’ye oy veren yobazlara “biz değişmedik,” mesajları vermek istediğinden, böyle abuk sabuk sözler edebiliyor. Bir nevi tribünlere oynuyor. Ancak iş o kadar basit değil, zira bu laf aslında onun gibilerin ve AKP’ye oy verenlerin kendileri dışında kalan insanlara, kendileri dışındaki dünyaya nasıl baktıklarını gösteriyor.

I

Bu meseleyi biraz açmak için öncelikle bunların kendileri dışındakileri nasıl gördüklerini gösteren bir örnek vereceğim. Bir süreden beri Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, İmam Gazalî’den ve Kuran’ın yanlış tercümelerinden bahsediyor. İnce Gazali’den bahsedince, aklıma Gazali’nin bende olan bir kitabı geldi ("İslâm Ahlâkı", Çev. Âkif Nuri Karcıoğlu, İstanbul: Huzur Yayınevi, 1991). Kitap ilk olarak 1969 yılında yayınlanmış. Bakın kitabın çevirmeni yazdığı önsözde ne diyor:

Nedir şu caddelerde sürünen kadın kılıklı sözde erkekler? Nedir o insanlıktan ayrılmış et külçesi kız bozuntuları?

Bunlar hangi neslin ahfadı? Doksan yaşındaki dedeyi otuz yaşındaki toruna, dokuz yaşındaki torunu da doksan yaşındaki nineye iğrenç nazarlarla baktıran ve baktırtan bir sistemin yetiştirdiği nesli ta kendisi. Başka değil. Meselenin vehameti işte buradan geliyor. Ahlâkî çöküntüyü hazırlayan amillerin başında çürük bir sistemin hegemonyasının bulunması ve bizzat sempatizanları tarafından ahlâksızlığın revaçlandırılması geliyor.

Bir gün gelir de ahlâkî buhranımızın müsebbiplerini yargılayan bir mahkeme kurulacak olursa, ilk önce o sistemin sorumlularını darağacına çekecektir. (…) Yarının Türkiye’sini kuracak nesil, bu projektörlerin ışığı altında her yönden mücehhez olarak yetiştirilecek olan nesildir. İşte biz bu nesli bekliyoruz. Ve bu neslin ilk mayası tutmak üzeredir. (…) Allah’ım sen bize bu nesli çok görme!
(s. 7-8)

Gördünüz mü, işbaşına gelirlerse birtakım kişileri darağacına çekeceklermiş. Gerçi bunlar 1969’da yazılmış, ama bugün geçerli olmadıklarını kim iddia edebilir? Bu zihniyet o zamandan bu yana bir gelişme kat etti mi?

II

Ancak İslâmcıların bu kafaca geri kalmışlığı kimi zaman kendi içlerinde de eleştirilere neden oluyor. Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Ali Murat Güven sonunda dayanamayıp, Said-i Nursî’nin sinemaya gittiğini anlattığı bir yazısında şunları yazmış:

Ortalık parayı erken bulmuş, ama kendisine ceketiyle uygun renkte bir kravat almaktan aciz, ayakkabısına en son boyayı altı ay önce sürmüş, soba borusu gibi pantolonlarla dolaşan bir sürü sözümona “mütedeyyin kıro”dan, “İslâmcı berduş”tan geçilmiyor. Sanata, bilime, estetiğe, kaliteli yazı ve hitabete, kişisel hijyene bütünüyle ilgisiz, tek derdi “cukka yapmak” olan bir sürü adam ve kadın. Yiyemeden göçüp gideceği yastık altı paracıklarından bir dirhemini, hayat yolunun henüz başlarındaki gencecik bir şaire, yazara, ressama, sinemacıya ya da evlenmek için çırpınan birine ver deseniz, on dakika boyunca kalbi sıkışan tiplerdir bunlar. Tıpkı, geçtiğimiz hafta Hilâl TV kısa film yarışmasında ödül kazanan gençleri desteklemek için kendilerinden bir kaç bin lira sponsorluk desteği istediğimizde elleri ayakları birbirine dolaşan o “muhafazakâr” bankanın yöneticisi ya da İstanbul'un kocaman bir ilçesinin “muhafazakâr” belediye başkanı gibi… (Bu yazıda yeri yok diye daha fazla açmıyorum; ama hiç merak etmesinler, hepsinin tek tek canına okuyacağım.)

Sizi, dünyadan ve infaktan bihaber “köylüler” sizi…

Bu rezil durum, bizim ümmet olarak 1000 küsur yılda “Medine kentliliği”nden “Kerbela bedevîliği”ne gerileyişimizin de yürek sızlatan öyküsü aslında...

O yüzden, hâlâ bilimi ve sanatı cömertçe destekleyen, sponsorluk bilinci yerli yerine oturmuş bir “muhafazakâr burjuvazi” sınıfımız yok bizim; o yüzden en alçakgönüllü bir kültürel etkinlikte bile oturacağımız sandalyeyi bize temin edecek üç kuruşluk bir sponsor bulamıyoruz. O yüzden, bazılarının izleme gereğini bile duymadan yerden yere vurduğu “Takvâ” filminde tasvir edilen atmosfer her karesiyle gerçekleri anlatıyor. Para, makam ve kadın üçlüsü bu cepheyi darmadağın etti.

Hayata bir daha gelecek olsam, Üstadıyla Kur'an üzerine tartışıp Ayasofya'da namaz kıldıktan sonra onunla birlikte sinemaya giden Molla Süleyman olmak isterdim. Çünkü bugünün İslâmcılığı, daha doğrusu üzerine türbe yeşili kırışık bir gömlek giymiş olan “taşralı İslâmcılığı” beni artık iyiden iyiye boğuyor.

III

Şimdi bunların ne durumda olduklarına bir üniversite hocasının yazdıklarından örnek verelim. Zamanında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yapmış olan Hüseyin Atay kitabında bu İslâmcıları şöyle tarif ediyor ("Kuran’a Göre Araştırmalar", Cilt 5, Ankara: kendi basımı, 1995):

İki asırdan beri teknikte ve modern ilimlerde kalkınamamamızın sebeplerini din ve ilim, diğer bir deyişle din ilmi zihniyetinde bulmak istiyorum. 17. asırda çöküşe geçen din ve din ilmi zihniyeti öyle etkili bir şekilde sürüyor ki, sadece iki kutup insanın değil, bütün vatandaşların hareketlerinde, davranış ve fiillerinde açıkça ortaya çıkıyor.

Bu zihniyetin mahiyetini ve amacını iyi teşhis edip belirlemek bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır. Bu hususta belirli nitelikleri tespit etmeye çalışalım:

a) Çok düşük seviyede taklitçidir. Taklitte bile maharet göstermeyi önemsemez. Doğu ve Batı taklitçileri aynıdır.

b) İnsana değer vermez. İnsanı köle gibi kullanmaya çalışır. Onun kendisinin yaşadığı hayat tarzının altında bir yaşam sürmesini ister ve her an kendisine muhtaç olmasına dikkat eder. Bu hususta Doğucular ve Batıcılar arasında fark yoktur.

c) Şahsiyet düşmanıdırlar, her sahada bilgiçlik taslarlar ve ukalalık ederler. Başkalarının fazla bilmesine tahammül edemezler, şahsiyetleri incinir.

d) Muhaliflerine azılı düşman muamelesi yapar ve hayat hakkı tanımazlar.

e) Bildikleri şeyleri kaset gibi tekrarlayıp durular. İlmi överler, ama ilim adamına düşmanlık yaparlar.

f) Sözlerinde durmaz ve verdikleri sözleri yerine getirmezler. Sözleri ile işleri çelişiktir.

g) Menfaatlerine göre ahlâklarını, hareket ve davranışlarını ayarlarlar.

h) Kabahatleri hep başkalarına atarlar, beceriksizliklerini hep muhaliflerine yüklerler.

ı) Dinin, milletin, devletin menfaatlerini kendi menfaatleri içinde görürler. Kendilerine ne kadar çok şahsî fayda sağlayacaklarsa, devlet işine o kadar önem verirler.

j) Bunların dindarlıklarına da, dinsizliklerine de güvenilmez.
(s. 33-4)

IV

Son olarak, bunların Batı’ya bakış açıları hakkında kısa bir alıntı yapalım (Tanıl Bora, “Milliyetçi-Muhafazakâr ve İslâmcı Düşünüşte Negatif Batı İmgesi”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002):

Batı-karşıtlığı, Milliyetçi-Muhafazakâr söylemde, Batı’nın doğrudan doğruya bir tehdit olarak algılanmasında yatar. Rasyonel ya da pragmatist adımlarla değiştirilemeyecek kadar fundamental, varoluşsal bir tehdit sayılır bu; konjonktürel değil, süreğendir. Batı, Müslümanlığa-Türklüğe fıtraten düşmandır. Öncelikle, Batı esas itibariyle Hıristiyan olduğu için böyledir bu. Hıristiyanlığın politik kültürü yahut popüler adıyla Haçlı zihniyeti, zaten İslâmla özdeşleştirdiği Türkleri, Müslümanlığı yok etmeye dönük azamî hedeflerinin önünde en güçlü direnme olarak görmektedir. Sadece emperyalizm değil, modern uygarlığın yayılma dinamiği de, bu tarihsel husumet dinamiğinde yorumlanmalıdır, buna göre. Garplılaşmayı Haçlılığın devamı olarak görmek, bu noktada zor olmayacaktır. (…)

Batılı kültür emperyalizminin yaptığı tahribatın, halkı millî/öz değerlere duyarsızlaştırmasıyla ve yabancı kültür unsurlarını şırınga etmesiyle gerçekleştirdiği düşünülür. Milliyetçi-Muhafazakâr fundamentalizmde yabancı kültür, bizatihi yabancı oluşuyla yanlıştır/zararlıdır. Hususen tanımlanmasına gerek olmadığı varsayıldığı içindir ki, bu kötülüğün/zararlılığın içeriğine ilişkin betimlemeler sınırlıdır. Bu vulger betimlemelerde Batı kültür istilasının esası, her türlü maneviyatı ayaklar altına alan maddeciliğin ve ahlâksızlığın yayılmasıdır.
(s. 254-5)

V

Peki, İslâmcıların bu bakışlarının kaynağı nedir? Niye böyle saplanıp kalmışlardır?

İslâmcılar gerçek “doğrunun” kendilerinde olduğunu, diğer felsefî akımların, ideolojilerin ya da dinlerin kendilerine ait doğrularının tamamıyla yanlış olduğunu düşünürler. Kendi doğrularından o kadar emindirler ki, bunu başkalarına bildirmenin ve topluma bu “doğru” doğrultusunda müdahale edip yön vermenin bir ödev, bir hak olduğuna inanırlar. Evrensel olduğuna inandıkları doğrularını topluma dayatmakta ve toplumu o yönde değiştirmekte bağnazcasına ısrarlıdırlar. Zihinlerindeki “doğru toplum” projesine öyle inanırlar ki, içinde yaşadıkları toplumun ve hatta çağın koşullarının bu proje ile bağdaşıp bağdaşmadığını düşünme zahmetine katlanmazlar bile. Bu koşulları anlamak ve ona göre çözüm önerileri üretmek yerine, zihinlerinde biçtikleri elbiseyi topluma giydirmeye çalışırlar. Bunda da körü körüne kararlıdırlar.

Ancak elbise topluma uymaz; uymadıkça da bunlar hüsrana uğrarlar, öfkelenirler. Elbiseyi, kendi cahilliklerini, zihinsel geri kalmışlıklarını değil, toplumu suçlarlar. Onun içinde kendilerini engelleyen düşmanlar ararlar. Böyle yaparak toplumu ikiye bölerler – “biz (inananlar, Müslümanlar) ve bizim dışımızdakiler (laikler, günahkârlar).” Böylece onların doğrularına uygun olarak yaşamayan insanları “ötekileştirirler.” Tek doğrunun kendi doğruları olduğunda ısrar ettikleri ve diğerlerinin yanlış yolda olduğunu düşündükleri için, kendilerinden farklı olan kişileri asla anlamaya çalışmazlar. Anlamadıkça da bu insanlara giderek yabancılaşırlar ve sonunda onlara düşman kesilirler.

Toplumun kendileri dışında kalan üyelerini bu şekilde düşman olarak gördükleri için, hem devleti hem de toplumu fethedilecek bir ülke, içeriden ele geçirilecek bir kale gibi görürler. Bunların önderleri, kendilerine bağlı cahil kitlelere devleti ve onun kurumlarını ele geçirmeleri için taktikler verir. Amaçları, bu kurumları denetimlerine alıp kendi “doğrularını” topluma tepeden dayatmak ve bu sayede kendileri dışında kalanların yaşam alanlarını ortadan kaldırmaktır. Üstelik bunlar bu yolda kendilerine yardım edecek sahtekârları, satılmışları, hainleri ve saf aptalları bulmakta hiç de zorlanmazlar.

Ama devleti ele geçirmekle her şey bitmez. Yıllar boyunca kıyıda köşede, yeraltında yaşamış olmanın verdiği eziklik, ele geçirdikleri iktidarın gücü ile birleştiğinde başları dönmeye başlar. Bunların her biri, her grubu bu güçten pay ister; bunu aldıkça da ellerindeki ile yetinmez, hep daha fazlasını isterler. Açlık açlığı doğurur. Sonunda birbirleri ile çatışmaya başlarlar. Böyle çatıştıkça da hem devleti hem de toplumu güçsüz düşürürler, onu karmaşaya sürüklerler. Sonuç her açıdan bir hüsrandır.

VI

14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti seçimleri kazanıp iktidara geldiğinde, bundan güç alan gericiler Cumhuriyet’in ilk yıllarında sinip saklandıkları kovuklardan çıkıp yeniden ortalıkta dolanmaya başlamışlardı. İşte bugün başımıza musallat olan tipler o zamandan itibaren yavaş yavaş palazlanmaya başladılar. DP gittikten sonra Demirel, 12 Eylül’den sonra Evren ve Özal, 90’larda Çiller ve Yılmaz bunlara hep arka çıktı. Şimdi hiçbirinin esamesi okunmuyor. Ama onların besledikleri tipler hâlâ buradalar.

DP’nin tek başına iktidarı elinde tuttuğu dönemde, Adnan Menderes güçten başı dönmüş hâlde DP’li milletvekillerine, “odunu aday göstersem seçilir,” diyordu. Ne yazık ki, sonu darağacında bitti. Yine de sormadan edemiyorum, sakın Menderes’in bahsettiği o “odun” son iki seçimdir meclise giriyor olmasın?

* * *

Bu gönderi ile birlikte 2006 Ekim’inden bu yana 100 gönderi olmuş. O yüzden bir video koyayım dedim. Kansas’ın 1976 tarihli “Leftoverture” adlı albümünden “Carry On Wayward Son” parçasının aynı tarihli klibi. Yieyytt!

Tuesday, January 29, 2008


BAŞÖRTÜSÜ ÇILGINLIĞI

Bu pazar günü Cumhuriyet gazetesinde Selçuk Üniversitesi hocalarından İslâm felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz ile yapılan bir röportaj yayınlandı. Filiz röportajda özellikle başörtüsünün ortaya çıkışı ve bunu takanların düşünceleri hakkında önemli şeyler söylüyor. Hele Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman’dan yaptığı bir alıntı var ki, tam manasıyla evlere şenlik. Karaman kendisi gibilerin aslında ne istediğini açık açık söylemiş. Anayasa vasıtasıyla başörtüsünün serbest bırakılmaya çalışıldığı bir ortamda, Filiz’in başörtüsü takan kızların bunu takış nedeni hakkında söyledikleri ise oldukça ibretlik. O yüzden röportajdan önemli gördüğüm kısımları aşağıda alıntıladım.

I

Siyasal ideoloji olarak İslâm’ın siyasî yelpazede yeri neresidir?

İslâm dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatlerin ve tarikatların oligarşisi hâline gelir.

Türkiye’de olduğu gibi mi?

Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki, bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler. Bu mücadelede hem birbirlerine hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslâm tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk hâline gelir. Siyasal İslâm’ın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.

Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?

Evet. Türban 1970’lerde farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye’deki ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970’ten itibaren Ortadoğu’daki İslâmcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye’ye girmiştir. Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye’ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitimi ve öğretimi de onlardan aldık.

Bu mesele neden 1970’ten başlayarak Türkiye’ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?

Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970’li yıllarda Güney Lübnan’daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinlilerin kadınlarını rahatsız ettikleri gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı. Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye’ye türban olarak geldi. (…) Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye’de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.

(…)

Türbana geri dönersek, Kuran’da Nur Suresi’nin 30. ve 31 ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman “Kuran’da farz” diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?

Baş örtmeye Nur Suresi’nin 30. ve 31. ayetleriyle, Ahzab Suresi’nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.

Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı, saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi, Kuran’a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20. ve 22. ayetlerde Âdem ve Havva’dan söz eder. “Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar,” diyor. Bu Tevrat ve İncil’de de vardır. Ama o surelerde, “Bu arada Havva da başını örttü,” diye bir ifade yok. Demek ki, kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye’de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din hâline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslâm dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse, halk onu İslâm dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor, iktidardan düşürüyor, ülkenin kaderiyle oynayabiliyor, Atatürk Cumhuriyeti’ni tartışılabilir hâle getiriyor.

(…)

“Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz,” deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, İkinci Cumhuriyetçiler ile el ele veren ve “AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür,” diyen dünün Refah Parti’li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön değiştirdi. İslâm mı değişti, yoksa onlar mı? Bir kere İslâm dininde konjonktürün yaratmış olduğu ayırımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin “hür-cariye”. Kuran da bu ayırımı ortadan kaldırmak istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman “İslâm’da Kılık Kıyafet” adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:

Hür-cariye diye bir ayırım vardı. Eskiden cariyeler ihtiyacımızı görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?

Peki, bu sözler topluma hakaret değil mi?

Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken, Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: “Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadınların hakkıdır.” Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum diyen bir kızımız, kadınımız, böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfa atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, “Başımı örterek özgürleşmek istiyorum,” diyorsa, onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.

Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir, öyle mi?

Zaten, “başı açıklarla oturulmaz” deniyor. Hatta, “başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır,” deniliyor. “Bir kadının başını örtmesi Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor,” deniyor. Örtmemeyi ise artık siz düşünün.

Başbakan, “inancı gereği başını örten insanlar,” dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa, onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayırım burada başlıyor.

II

Türkiye’de değiştirilmesi gereken çevreler ile, değişmeye direnen çevreler var. Yüzyıllarca ihmal edilmiş, geri kalmış cahil kitlelerinin aynı durumda kalmaya devam etmesinde çıkarları olan ve bu sayede siyasî çıkarlar elde etmek amacında olan insanlar bugün gücü ellerine geçirmiş bulunuyorlar. Ne yazık ki, bu olanlar Türkiye’deki azgelişmiş yapının ürünleridir. Toplumdaki ilerici-gerici ayrımı da bundan kaynaklanıyor. Bizdeki siyasî partiler sistemi sadece bu ayırımı temsil ediyor, o yüzden de gelişmiş ülkelerdeki sistemlere benzemiyor. Partiler arasındaki çatışmalar da iki ayrı dünya görüşünün çatışmasından ibaret kalıyor.

Bağımsızlığını kazanan ve eski düzenden kopmak amacıyla toplumsal devrim yapan bir ülke kendi içinde yeni bir iç savaş verir. Bir yanda kendi içindeki gerici – azgelişmişliğin sürdürülmesinde çıkarı olan – çevrelere karşı, diğer yanda da bu çevreleri besleyen dış güçlere karşı bir savaştır bu. Zira karşı-devrimci çevreler demokratik siyasal hayatın özgürlüklerinden faydalanarak mevcut düzeni yıkmaya çalışırlar. Din perdesi ardında ve büyük sermayelerin koruyuculuğunda geri ve muhafazakâr kitleleri örgütlerler. Demokrasinin nimetlerinden yararlanarak devrimin halka karşı olduğu izlenimini yaratırlar ve devrimi baltalarlar, ülkeyi aşırı kamplara bölerler. Halbuki azgelişmiş ülkelerde devrimciler halka karşı değil, karşı-devrimcilere karşı savaşırlar.

III

Bizim memlekette eskiden gelen bir anayasa geleneği vardır. Toplum anayasadan pek çok şey bekler. Hatta bazı saflar farkında bile olmadan mucizeler beklerler. Oysa bunlar en iyi anayasanın bile kötü siyasal iktidarların elinde en kötü anayasalar hâline gelebileceği gerçeğini göremezler. Anayasanın doğru bir şekilde yapılırsa ülkeyi cennete çevireceğine inanırlar. Ancak Türkiye’nin toplumsal yapısında bir türdeşlik yok, onun yerine sadece farklı kesimlerin tutarsız bir kaynaşması var. Bir toplumsal yapı ancak onu oluşturan unsurları arasında uyum ve işbirliği olursa tutarlı ve türdeş olur. Türkiye’de böyle bir ortam var mı? Toplumun neredeyse her parçası öteki parçalarına zıt işliyor. Bunların hiçbiri yokmuş gibi, sadece uyduruktan kanunlar çıkarmakla çözülür mü bu iş?

Aynı haltı tam 100 sene önce Osmanlı da yemişti. 23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilan edildiğinde Rumeli şehirlerinde bir bayram havası esiyordu. Manastır Harbiye Mektebi Kumandanı Vehib Bey bir top arabası üzerine çıkmış, şunları diyordu: “Vatanımızı Tanrı yolundan saptırmayı önleyecek, yetimlerimizin gözyaşlarını dindirecek ve kimsenin hakkını kimseye kaptırmayacak, bizi insan gibi yaşatacak meşru meşveret usulüdür ki, bu isteklerimizin tümünü sağlayan Kanun-u Esasî’dir. Ey vatandaşlar, ya Kanun-u Esasî ya ölüm!” Fransızların yer yer çalınan millî marşı Marseyyez'in nağmeleri arasında, Manastır valisine çektiği telgrafta Enver Paşa da şöyle diyordu: “Hastayı tedavi ettik.” Oysa on yıl sonra İttihatçıların kimisi memleketten kaçacak, kimisi sürgün edilecekti. O dönemin gazetelerinden Hâdisat’ta bunları kaçışını anlatan bir karikatür vardır: İmparatorluk yerde yığılmış yatıyor, İttihatçılar kaçıyor. Altta da şu yazı: “Zaten hastaydı.”

1908’deki Kanun-u Esasî’den önce bir tane de 1876’da bir Kanun-u Esasî vardı. 1908’in ardından 1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu geldi. Sonra 1924’de bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu daha, 37 sene sonra 1961 Anayasası, en son da 1982 Anayasası. Gerçi bu anayasalar (82 Anayasası'nı saymazsak) demokrasi çabalarını temsil ediyordu, ancak demokrasi bir uzlaşma ve denge rejimidir. Halbuki bizde siyasî hayatın dengesi bozuktur. Bizdeki palavradan demokrasi uygulaması şöyledir: Bir yanda devrim, öte yanda karşı-devrim. Bir yanda devrimin yapıcı sistemi, diğer yanda bu sistemi yıkma özgürlüğü. Bir yanda laik, sosyal ve demokratik bir devlet kurma arzusu, diğer yanda bu Cumhuriyet'i yıkma arzusu. Türkiye’de olan şey, devrimciye istediği düzeni gerçekleştirmek için tanınan hakların, bu sistemi yıkmak isteyenlere de tanınmış olması ve bunun da demokrasi ve özgürlük adına yapılmış olmasıdır.

IV

Bugün içinde bulunduğumuz rejim Atatürkçülüğün doğal gelişmesi sonucunda ulaşılan bir aşama değildir. Oysa cumhuriyetin düşmanlarının bize yutturmaya çalıştıkları şey tam da budur. Bunlar, toplumdaki her türlü olumsuzluğun ve istikrarsızlığın bu gelişmenin kendisinden kaynaklandığını, üstelik bunun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia ederek Atatürkçülüğü kötülüyorlar. Ancak, azgelişmişlik sancıları içinde, dışarıdan pompalanan bir ekonomi politikası ile yaşamaya çalışmanın Atatürkçülük ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu üçkağıtçıların yapmaya çalıştıkları şey, sadece, bir partinin meclis içindeki çoğunluğunu “millî irade” saymak ve anayasal rejime nefes aldırma bahanesi ardına sığınarak mevcut mekanizmaları soysuzlaştırmaktır.

Bu üçkağıtçılar da oylarını alıklık uykusundan bir türlü uyanamamış, sorunları bakımından aydınlanmamış bir kitleden alıyorlar. Olup biten şey sadece bir oy genişlemesidir. Bunu yapmak da oldukça kolaydır: Köydeki yıkık dökük camiyi, bozuk yolu, kıytırık tahta köprüyü yaptırır, sakallı Mahmut Efendi’nin eciş bücüş köy evlerinin ortasındaki türbesini beyaza boyatırsınız, böylece oyları toplarsınız. Ama alınan o oyun içinde insanlara anlatılmayan, anlatılsa bile kafalarının almayacağı sorunlarla ilgili “evet”ler de vardır. Bu sayede, verilen oylar onarılan türbenin sınırlarını kat be kat aşar, ama o oyları veren insanların yaşam düzeyinde hiçbir değişiklik olmaz. Seçmenler oyları ile kendi geleceklerini ve mutluluklarını değil, onları kandıran ve sırtlarından geçinen sahtekârların hareket serbestliğini ve mutluluğunu sağlarlar. Bunların başa getirdiği adamın oğlu milyon dolarlık ev ve gemi alır, ama onlar kendi oğullarına bir ayakkabıyı bile zor alırlar. Oy verdikleri bir diğer adamın oğlu 16 yaşında tüccar olur, ama onların oğulları fakirlikten ayakkabı boyacılığı yapar. Oy verdikleri adamlar kızlarına milyarlarca liralık düğünler yaptırır, onların kızları ise üç kuruş para kazanmak için evlere temizliğe gider.

V

Gelişmiş ülkelerde halkın en temel ihtiyaçlarını karşıladınız diye insanlardan tek bir oy alamazsınız. Zira oralarda siyaset halkın kontrolü altındadır. Bizde ise halk siyasetin kontrolü altındadır. Kendisini ilâhî birtakım güçlerin vazettiği düzenin temsilcisi diye yutturan dolandırıcılar yüzünden kafası bulanmıştır. Halka dünya görüşünü de, kendi işlerine yarayacak türlü yalanlar ve palavralar ile bu dolandırıcılar şekillendirir. Bunu yaparken de tanrı adında hareket ettiklerini iddia ederler. Bu yapılan aslında tam bir sömürüdür. Cahil kitlelere musallat olan bu siyaset sülükleri ve hoca efendi takımı azgelişmişlik ortamında yetişirler. Bu şartları sürdürerek, koruyarak oy toplamaya ve güç kazanmaya çalışırlar, toplumun kanını emerler. Bu esnada başları sıkışırsa ya da iliği sömürülecek adam kalmazsa, yurt dışına gider ve orada yaşarlar.

Şimdilerde anayasa değişikliği ile başörtüsünü serbest bırakmaya çalışıyorlar. Aslında başörtüsü toplumsal bir mesaj vermek isteyenlerin kullandığı siyasal bir silah, dikkat çekmek için kullandıkları bir propaganda aracıdır. Zira siyasal rejim değişikliğini amaçlayan toplumsal akımlar, ilk hedef olarak sayılarının giderek artmakta olduğunu kanıtlamaya çalışırlar, bu izlenimi uyandırmayı arzularlar. Bu nedenle de görünebilirliğin en fazla olduğu sokağa kendi damgalarını vurmaya çalışırlar.

Sorarım size, bu tertiplere dayanan siyasî bir sisteme meşru denilebilir mi? Bu yoldan elde edilen oyların millî iradeyi ya da halkın iradesini yansıttığı ileri sürülebilir mi? Benim en çok kızdığım, bunların emellerine alet olan kadınlar ve birtakım sözde entelektüeller. Bu insanlar aptal mı diye sormadan edemiyorum. İnsan hiç kendi eliyle kendini zincirlere vurmaya çalışır mı?


“BİR” DÜŞÜN “ON BEŞ” AL

Birkaç gün önce, takip ettiğim yabancı bir yazarı okumak için The New York Times gazetesinin sitesine girdim. O esnada Türkiye’deki ifade özgürlüğü hakkında bir yazı gözüme çarptı. Yazıda Atilla Yayla’dan da bahsediliyor ve İngiltere’de gönüllü sürgünde olduğu yazıyordu. Hatırlarsınız, 2006 yılının Kasım ayında İzmir’de AKP’nin gençlik kollarının düzenlediği bir panelde yaptığı konuşmada Yayla’nın Atatürk hakkında “bu adam” dediği iddia edilmiş ve başına gelmedik iş kalmamıştı. Üstelik Atatürk’e hakaret ettiği için hakkında dava da açılmıştı.

O dönem Londra’da olduğum için Hocaya ancak telefonla ulaşabilmiştim. Kısa bir konuşmamız olmuştu, sesi kötü geliyordu. Sonradan sağlığı da bozuldu. O sırada konu hakkında bir şeyler de karalamıştım burada. Özellikle Gazi Üniversitesi hocalarının yaptığı bir zırvalık beni kızdırmıştı. Sonunda hakaret davası dün sonuçlanmış ve Yayla 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmış – hem de Atatürk’e “bu adam” demediği ortaya çıkmasına rağmen.

Atilla hoca İstanbul’a geldiği zamanlarda buradaki liberal gençler ile buluşup konuşurdu. Konuştuğumuz ortamlar her zaman için rahat, herkesin fikrini rahatça ifade edebildiği şekilde olurdu. Kimse kimseye herhangi bir şey dayatmaz, kızmazdı; isteyen kişi dilediğini eleştirirdi. Şimdi öğreniyorum ki, aynı toplantılardaki görüşlerini, üstelik bizim de hakkında konuştuğumuz şeyleri bir başka yerde dile getirdiği için Hoca’ya hapis cezası verilmiş.

Şimdi düşünüyorum da, acaba o buluşmalardaki görüşlerimizi Hoca ile aynı panelde söyleseydik biz ne kadar ceza alırdık? Bir pastanede ya da restoranda, arkadaşlarınızla birlikte samimî bir ortamda dile getirdiğiniz düşünceleriniz için hapis cezasına çarptırıldığınızı düşünün bir. Böyle bir kepazeliğin olabileceğini tahmin eder misiniz? Ama oluyor işte, sadece “uygun” ortamda bulunmanız yeterli.

Aklıma bir duvar yazısı geldi. Soğuk Savaş döneminde Rusya’da yazılmış, fakat bize de gayet güzel oturuyor:

SSCB’de yaşama kuralları:
1. Düşünme
2. Düşünsen de konuşma
3. Konuşsan da yazma
4. Yazsan da yayınlama
5. Yayınlasan da adını verme
6. Adını verirsen de hemen inkâr et

Hürriyet gazetesinin ceza ile ilgili haberi burada.

Türkiye’deki ifade özgürlüğü hakkında The New York Times’daki haber burada. Aynı gazetede Atilla Yayla’nın mahkûmiyeti hakkındaki haber de burada.

BBC'nin haberi de burada.

Aşağıya Atilla Hoca’nın katıldığı bir televizyon programının videosunu ekledim. Bir bakın, görüşlerini nasıl savunuyor.

Wednesday, January 23, 2008


NURCULUK ÜZERİNE

Geçen gün kütüphaneyi karıştırırken bayağı vakit önce aldığım bir kitap elime geçti (Muzaffer Sencer, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri,” 3. baskı, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999). Kitabı okumaya bir türlü fırsatım olmamıştı. Ara ara okuyabilir miyim diye içine bakarken Nurculuk ile ilgili bir bölüme denk geldim. İlgimi çekince okumaya devam ettim ve bölümü bitirdim. Son yıllarda Nur cemaatinin iyice güçlenmesi ile birlikte Sencer’in Nurcular hakkında yazdıkları bugün daha fazla bilinir hâle geldi. Ancak dikkate değer olan şey, kitabın ilk baskısının 1971 yılında yapılmış olması. O yüzden Sencer’in o dönem yazdıkları bugün okunduğunda, Nurculuğun çok uzun bir zamandan beri istikrarlı bir şekilde ilerlemekte olduğu anlaşılıyor. Kitaptan ilginç gelebilecek yerlerin bir kısmını aşağıda alıntıladım:

I

Türk devrimine ve özellikle laik devlete saldırganlıkta Nakşibendiler ve Ticaniler yanında, günümüzde daha yaygın ve etkili olduğu görülen Nurcular önemli bir yer tutmaktadır. Demokrat Parti’nin politik çıkarları uğruna gelişmesine göz yumduğu Nurculuğun önemli bir sorun olarak ele alınmasına ihtiyaç vardır.

Gerçekten Cumhuriyet tarihinde, devrimlere karşı çıkan en büyük ve organize birlik Nurculuk olmuştur. Özellikle 1952’den sonra ortaya çıkan bu akım, devrim düşmanlarının bir sembolü hâline gelmiştir.

Sistemli bir doktrini olmamakla birlikte, bir bütün olarak devrim düşmanlığı ilkesinden hareket eden Nurculuk, laik devlet düzenine bütünüyle karşı çıkarak teokratik bir devlet düzenine dönmek amacındadır. Belli bir din görüşünü temel almadığı için çeşitli mezhep ve tarikatları kuşatıcı bir akım olan Nurculuk, İslâmî akımların en tehlikelisidir.

Nurculuğun lideri, 31 Mart olayının ileri gelenlerinden, Volkan [gazetesi] yazarı ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası kurucularından Bedîüzzaman Said-i Kürdî’dir.
(s. 212)

Dini politik çıkar uğruna geniş çapta kullanan DP, Nurculuğun büyük bir hoşgörü ortamında rahatça gelişmesini sağlamış ve hükümet üyeleri Emirdağ ilçesinde “Üstat” ile buluşmuşlardır. Başbakan Menderes 19 Ekim 1958’de adı geçen ilçeyi ziyaretinde, Nurcular tarafından minareye asılmış, hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bir bayrakla karşılanmıştır.

Nurcularca “fevkalbeşer” sayılan ve İbni Sina’yı, İbni Rüşt’ü ve Farabi’yi geride bıraktığı ileri sürülen ve bizzat “muannit filozofları hayret içinde bırakıp birçoklarını imana getirmiş” bir kişi olarak görülen Said-i Nursî, örneğin elektrik, meteor gibi fizik ve astronomik olayların bilimsel açıklamasını dine aykırı bularak, “bunların hepsinin izahı Kuran’da mevcuttur ve fizik kanunlarına göre açıklama yapmak Kuran’ın kudretine, hikmetine aykırı düşmektedir,” görüşünü savunmuştur.

Nurculuğun kaynağı olan “Risale-i Nur”, sayıları 130’a varan, çoğunlukla yanlış ve anlaşılmaz, bozuk bir Osmanlıcanın kullanıldığı bir yazı serisidir.

Yenilikten, aydınlıktan uzak olan ve toplumu ve politik düzeni din temellerine dayandırmayı öngören Risale-i Nur, karışık ve anlamsız cümleler bütünü olarak nitelendirilebilir.
(s. 213-4)

Gerçekten Nurculuğa göre, devletin resmî dini bulunmalı, hükümet şeriatın koruyuculuğu yapmalı, anayasa Kuran olmalıdır. Devlet yönetimi de bir ulema heyetine bırakılmalıdır. Bu bakımdan Said-i Nursî’ye göre, laikliği ilk olarak koyan Türkiye Cumhuriyeti anayasası şeriat esaslarına aykırıdır.

Sosyal alanda yapılmış olan yenilikleri de bütünüyle şeriata aykırı sayan Nurcular, ceza hukuku alanında şer-î temellere dönmek isteğindedirler. “Milliyet”i bir din bağı olarak yorumlayan Nurcular, politik görüşlerini İslâm birliği amacında çerçevelemişlerdir.

Kılık, takvim, harf devrimlerine karşı olan ve “çok kadınla evlenmek de İslâmî olduğu için caiz ve şarttır” diyerek Medeni Kanun’un hükümlerine aykırı düşen Nurculuk, İslâmî bir toplum özlemindedir.

Nurcular sosyal ve politik ülkülerini gerçekleştirecek en yüksek organın, Kahire’deki Cami-ül Ezher’in kız kardeşi olarak düşünülen “Medresetüz Zehra” adlı bir öğretim kurumu olduğunu belirtmişlerdir. Öğretim dilinin dayanacağı formül, “Lisanı Arap vacip, Kürt caiz, Türk lazımdır.” Nurculuğa göre, İstanbul Üniversitesi’nde de bir Nur medresesi açılmalıdır.

Said-i Nursî özel bir konuşmasında, “Kamer güneşten ayrı bir parçadır. Güneş kamere peyk olamaz. İşte bunun gibi, din de mukaddestir, siyasete alet edilemez. Ancak siyaset dine ait olabilir” sözleriyle, Nurculuğun temelinde politikanın dinin ayrılmaz bir öğesi olduğu ilkesinin yer aldığını ortaya koymaktadır.

Nurculuk, Risale-i Nur’un “Kuran’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiri”, “Kuran’ın meali” olduğunu öne sürmekle birlikte, “bu hücretler ve tabiratın, bu kelimat ve teşabihatın arşı Azam’dan indiği muhakkaktır” (Zülfikarın Hatimesi) sözleriyle “semavi” bir kitap olduğunu belirtmeye çalışmaktadır. Risalelerin tanrısal bir nitelik taşıdığını temellendirmek için, kendisinde peygamber özellikleri bulan Said-i Nursî, “bunları ben yazmıyorum, bana yazdırılıyor,” (Nur Meyveleri) demektedir.

Kuran gibi Nur Risalesi’nin de 23 yılda tamamlandığı yazılmış ve Said-i Nursî’ye peygamberce mucizeler yüklenmiştir. Örneğin hayvanlar bile Risale-i Nur’a hayran kalmış, Said-i Nursî Isparta’ya ve Barla’ya geldiğinde mevsimi olmadığı hâlde yağmurlar yağmıştır. Risale-i Nur’u yazmak üzere, dışarıdaki öğrencilerinin yanına gelmeleri yasaklandığında kuraklık başlamıştır.
(s. 215-6)

Eğitim ve öğretimden yoksun olan Said-i Nursî’nin bilgisizliği, Peygamber’in “ümmiliği” ile karşılaştırılarak, konuşmaları doğaüstü “ilhamlara” dayandırılmıştır. “Demek ki ihtiyaç vardı ki, öyle yazdırıldı,” (Ayet-ül Kübra) gibi sözler Said-i Nursî’nin tanrısal bir dünyayla ilişki kurduğu yolunda bir belirti olarak söylenmiştir.

Kendinde insanüstü yetenekler sayan Said-i Nursî, kırk dakikada kitaplar yazmakta, günde yüz para veya bir kuruşla geçinmekte ve yiyip içmeden yaşayabilmektedir. “Bir yaşındaki bebeklerin dahi kendi manevî varlığını hissedip koşarak ellerini öptükleri” (Hanımlar Rehberi) Said-i Nursî, ruhsal bakımdan dengesiz bir tipin bütün belirtilerini taşımaktadır.
(s. 217)

II

Sencer’in yazdıklarını okuduktan sonra, aklıma 1940’ların ünlü ırkçı Turancısı Nihal Atsız’ın Nurcular hakkında yazdığı bir yazı geldi. Atsız yazıda Said-i Nursî’ye bayağı laf ediyordu. Birkaç sıra kitap indirdikten sonra Atsız’ın makalesinin olduğu kitabı da buldum (“Makaleler”, 3. cilt, 2. baskı, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1997). İşin daha da ilginç olan tarafı, Atsız’ın bu yazısını 1964 yılında yazmış olması. Sözünü hiç sakınmamış olan Atsız’dan da biraz aktarma yapalım (yazının yayınlandığı dergini künyesi de şöyle: Ötüken, 7 Mart 1964, sayı 109):

Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide birde görülen Nurcular, Nur Risalesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk, “Said-i Nursî” adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur Risalesi talebeleri de Said-i Nursî’nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur gibi okuyan bir yığın zavallıdır.

Said-i Nursî denilen adam, eskiden Said-i Kürdî diye birtakım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanıldığını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine “Bedîüzzaman” demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadırlar. Bedîüzzaman, “zamanın hârikası” demektir. Kürt Said, cidden zamanın hârikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda, bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın hârikası, bundan daha fazla olarak da binlerce, belki yüz binlerce Türk’ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın hârikasıdır.

Zamanın bu hârikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük davasını açıkça güdemeyeceği için, Türklüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine yahut kendi tabiriyle Risale-i Nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabii, dağdaki Kürdün bu büyük ve ilâhî(!) buyruktan haberi olamayacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmeyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt Şeyh Said’in 1924’te yapamadığını Kürt Molla Said (yani Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak. (…)

Nur Risalesi (kendi tabirleriyle Risale-i Nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş bu zavallılar, bu sayıklamaları elle yazarak yahut şapirografi ya da taş basmayla çoğaltarak on binlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları Kürt hamalları seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.

Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da birkaç tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.

İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pîri olan, kendisinden “efendi hazretleri” diye söz ettikleri Kürt Said’in seviyesi budur.

Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan âciz olan o kara cahil, bu katmerli bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhine hüküm çıkartmaktan da geri kalmıyor. Nur Risaleleri’nin birinde, Yecüc Mecüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi “akvâm-ı vahşiyye” (yani vahşi kavimler) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medenî Kürdü!
(s. 452-54)

Kürt Said’in 1327 (1909) yılında İstanbul’da Vezir Hanı’ndaki İkbal-i Millet Matbaası’nda basılmış bir eseri vardır. Adı: “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-ı Harb-i Kürdî”dir. Kendisinin Said-i Kürdî (yani Kürt Said) olduğunu tasdik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de kendisini “Bedîüzzaman” diye takdim etmektedir. Eserin tâbii, yani editörü de “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Yani dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” kısmı (44-48 sayfalar) Kürt Said’in içyüzünü göstermesi bakımında çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış olduğu için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtanam kalır (soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır).

“Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında onların öncüleri ve kahraman askerleri olan aslan Kürtler! Beş yüz yıl yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhî hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı’nın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Ayrılık gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi, milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak, zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek, İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumiî ahengi muhafaza ediniz.”

Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayalî öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği fikri etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tefsiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur.
(s. 456-58)

Kürt Said’in tam bir Kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp da, yalnız geri kalmış Kürtleri kalkındırmak amacı gütseydi, onlara “bilgi sahibi olun” demekle yetinir, medenî ve edebî Türkçe dururken, millî dil diye kaba ve iptidaî Kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zarurî gevşemesinden faydalanarak, Türkiye’yi parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman kardeş de İmparatorluğun bütün çilesini ve yükünü çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor. Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidaî cemaatler gibi, roman kahramanı olan Zâloğlu Rüstem’i ve ancak anası Kürt olan Selâhattin Eyyubî’yi Kürt kahramanı diye ileri sürüyor. Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabii, devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Said-i Kürdî adını Said-i Nursî yaparak ve Nur Risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek, bir din mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.

Bizim için şaşılacak olan nokta, onun şu veya bu davranışı değil; on binlerce, belki yüz binlerce gafil Türkün bu cahil Kürdün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hainâne öğütlerine körü körüne boyun eğmesidir.

Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:

Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk iseniz, hangi sebeple cahil bir Kürdün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda “Türkçe de dil mi?” diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim bir Müslümansınız ki, cahil bir Kürdün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürdün sakalını, tırnaklarını, abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Said gibi maskaralara ihtiyaç yoktur.
(s. 460-62)

III

Peki Nurcuların günümüzdeki önderi Fethullah Gülen ne diyor acaba? Dili saymazsak, o da Said-i Nursî kadar doğrudan mı ifade ediyor düşüncelerini, yoksa daha kapalı bir yol mu tercih ediyor? Gülen’in düşünceleri ile ilk tanışmam, yıllar önce FEM dershanesine gittiğim döneme denk gelir. Zaman zaman yurtlara, özellikle Ramazan ayında arkadaşların evlerine giderdik. Burada bazı “abiler” bize Gülen’in kitaplarından parçalar okurdu. O zamanlar Gülen’in dediklerinin ne anlama geldiğini, sözleri ile tam manasıyla kimi kastettiğini anlamazdım. Hatta ender de olsa Said-i Nursî de okunurdu, ama onu hiç anlamazdım. Kafam sadece üniversite sınavına hazırlık testleri ile meşguldü. “Abilerin” yaptığı açıklamalar da Gülen’in sözlerinden daha açık olmazdı her nedense. Belki de bizim neyin kastedildiğini zaten bildiğimizi düşünüyorlardı. Ama şimdi kitapları yeniden okuduğumda, hoca efendinin dedikleri biraz “aydınlamış” gibi geliyor. Anlamakta eskisi kadar zorlanmıyorum. Biraz da Fethullah hocadan aktarayım. Bakalım siz anlayabilecek misiniz ne demek istediğini?

İlk olarak “Buhranlar Anaforunda İnsan” (İzmir: T.Ö.V. Yayınları, 1994) adlı kitabından birkaç yer vereyim:

[Onlar] Avlarını beklemede örümcek gibi sabırlı ve mehâretli, aslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyulurlar. (s. 15)

Beklenmedik bir dev önümüzü kesti ve bozduk ettiğimiz o bütün yeminleri. Ve sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ gibi bitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar, güneşler peşi peşine batarken, ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; “petekler söndü, ballar kalmadı.” Ve artık, insan nedretine maruz kalan bu devrin talihsizleri, kalbinde zerre kadar emanet ve vefa hissi bulunmayan ölü ruhlara, destan tutup yahşi çekmeye başladı. (s. 41)

Nereden çıktı bu kadar “cinsi bozuk, ahlâkı fena!” Hangi hain bunlara bağrını açıp dâyelik yaptı!... Hangi talihsiz bunları sinesinde büyüttü ve hangi uğursuz ağızlar bunlara buyurun çekti!... (s. 42)

Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adında vaat ettikleri hemen her şey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır.
(s. 55)

[Onlar] Ancak, kuvvetin de bir yeri olduğunu ve bir hikmet-i vücudu bulunduğunu katiyen hatırdan çıkarmaz ve kuvvetler muvazenesinde, hasımlarının gücüne denk iktidara sahip değillerse, teknik olmayı da ihmal etmezler. Zeki, idrakli, fakat sığ görünümlüdürler!...

Kendi çizgilerinde olan herkesle fevkalade içli dışlı ve gönülden; düşmanlarına karşı da bir hayli insanca ve onları idare edecek kadar basiretlidirler.
(s. 57)

Bir tarafta, her türlü “ibâhîliği” [her şeyi mübah saymak] hoşgören ve bir çırpıda bütün mukaddeslerini silip geçen, bütün millî değerlerini tezyif eden uğursuz ve serâzât bir güruh ki, bunların eline düşen fert hiçbir kayıt altına girmeyen bir serseri; yuva, “Hollywood” artistlerinin barındığı bir pavyon; toplum da bin bir maskaralığın kol gezdiği bir karnaval vaziyeti alıyordu. Böylece de zaten asırlardan beri içtimaî erozyonlarla aşındırılmış millî ruh, bu uğursuz ellerde tamamen felce uğratılarak yatağa düşürülmüş oldu. Keşke, bu menfî hareketler karşısında, kendi ruhuna sahip çıkmak isteyenlerin davranışları, yürekten, yiğitçe, merhametli ve müspet olsaydı!... Heyhât!... (s. 71)

İkinci olarak da Peygamberin anlatıldığı “İnsanlığın İftihar Tablosu: Sonsuz Nur” (Cilt: 2, İzmir: Nil Yayınları, 1994) adlı kitabından alıntı yapayım. Belki burada ne demek istediği biraz daha açıktır:

Bir küçük devlete karşı, çok büyük bir problemi hâlledemeyince, bizi yakından alâkadar eden bunca dünya meselesinin altından nasıl kalkacağız? Öyle ise, dünyada öyle bir İslâm devleti olmalı ki, kaşını çattığı veya öfkelendiği zaman başkaları hizaya gelmeli ve hadlerini bilmelidirler. İşte böyle büyük bir caydırıcı gücü sürekli elde tutmak, mazlumun, mağdurun imdadına koşmak ve ihkak-ı hak etmek için mutlak lazımdır. Bu da, o büyük güç ve aktivitenin yer yer bizzat gösterilmesiyle kolaylaşacak ve mümkün olacaktır. (s. 177)

Keşke süper güçlerin birinin yerine biz olabilseydik! Herhalde o zaman, bunca zulüm ve işkence olmazdı… Şimdi size soruyorum: Sadece bu netice için dahi olsa, cihat yapmak gerekmez mi? (s. 179)

Evet, müminler, yeryüzünde Allah’ın şahitleri, milletlerarası muvazenenin denge unsuru ve umumî ahengin de garantisidirler. Bu itibarla da, hak ve adalet istikametinde her şeye ve herkese müdahale edebilme mevkiindedirler. Kendi ülkelerinde veya başka bir devlette, işler, bütün bütün şirazeden çıkmışsa; yani müdahale edilecek kerteye gelmişse, müdahaleye de gücümüz yetiyorsa, orada yeniden ahengi temin edip huzuru sağlamak bizim vazifemizdir. Bir kere de müdahale ve muharebeye karar verdi mi, artık hedef netleşip istikamet de belirlenmiştir. Allah’a tevekkül edip doğru bildiğin yolda yürüyeceksin. (s. 187)

IV

Gittiğim dershane yarıyıl tatili dolayısıyla yurtlarda yapılacak yatılı bir çalışma programı düzenlemişti. Yurtta kalacak, derslerin bir kısmına orada devam edecek, ama çoğunlukla etüt yapacaktık. Bir defasında yatakhanede arkadaşlar ile birlikte şakalaşıyorduk, aramız samimiydi. Dalga geçmek için, “şeriat yönetimi istiyoruz” dedim. Çok sevdiğim bir arkadaşım sesini hafifçe azaltarak, bana ciddi bir şekilde şöyle dedi: “Ben de şeriat istiyorum, ama daha zamanı gelmedi. O yüzden bunu her yerde söyleme.”

Belki artık zamanı gelmiştir. Kim bilir?

Thursday, January 17, 2008


İDEAL DEVLETTE MÜZİK

Geçen hafta Platon’un “Şölen” adlı kitabını bitirince, daha önceden aldığım “Devlet” adlı kitabına artık başlayayım dedim (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, 1999; İngilizce ismi: “The Republic”). Devlet Platon’un en ünlü eseri oluyor. Ancak içinde onun değil, hocası Sokrates’in ideal devlete ilişkin görüşleri anlatılıyor. Gene birilerinin evine davetli olarak giden Sokrates, orada doğruluk ve eğrilik meselesi hakkında konuşuyor. Bunun için de önce devletin kendisinden başlıyor. Burada benim ilgimi çeken konulardan biri de Sokrates’in müzik hakkındaki görüşleri oldu. Kendisi müziğin devletin yönetiminde görev alacak kişilerin yetişmesinde bir araç olarak kullanılacağını söylüyor. Ama ona göre hem iyi hem de kötü müzik var, o yüzden bu kişilerin yetiştirilmesinde her müzik türü kullanılmamalı. Kötü olanlar da yasaklanmalı.

Evde Glaukon adlı bir kişi ile konuşurken şunları söylüyor Sokrates:

- Madem müzikten anlarsın, söyle bakalım, hüzünlü sözlere uyan makamlar hangileridir?
- Karışık Lydia, uzun Lydia makamları ve benzerleri.
- Bu makamları atmayalım mı? Değil erkeklere, aklı başında kadınlara bile zarar verir bu makamlar.
- Çok doğru.
- Bizim bekçilerimizin sarhoş, gevşek, tembel olmalarını da istemiyoruz.
- Nasıl isteriz?
- Peki, makamlar arasında gevşek olanlar ve içki sofrasına yakışanlar hangileridir?
- Çözük denilen İonia ve Lydia makamları.
- Bunlar, savaşacak insanların ağzına yakışır mı sence?
- Yakışmaz, olsa olsa Dor ve Phrygia makamlarını alabiliriz.
- Makamlardan anlamam, ama öyle bir makam alalım ki, savaşta ya da zor karşısında kalan, yaralanan, yenilen, ölümle karşı karşıya gelen ve her türlü mutsuzluk içinde kaderine kafa tutabilen bir adamın yiğitçe davranışına uysun. Bize bir başka makam daha lazım ki, barış içindeki yaşayışımıza, giriştiğimiz işleri başarmak için zor kullanmadan, serbestçe yaptıklarımıza uysun. Barışta ne yapar bu insan? Bir dostuna öğüt verir, tanrıya yalvarır, birine yol gösterir, kızar, sitem eder ya da kendisine bir başkası yalvarır, öğüt verir, yol gösterir, o da denileni yapar. Sonunda giriştiği işi başarır. Başardığı zaman da gurura kapılmaz. Ölçülü, akıllı ve uslu davranır. Olan biteni hoş görür. İşte biri sert, öteki yumuşak bu iki makam, iyi günde olsun, kötü günde olsun, aklı başında ve yiğit insanların sesine uyacak olan bu iki makam bize yeter.
- Kalkmasını istediğin makamlar, demin söylediğim bu makamlar.
- Böyle olunca, artık bütün makamları karşılayacak çok telli bir sürü sazları aramayacağız.
- Evet.
- Öyleyse, devletimizde çeşitli harplar, çok telli sazları yapan ustaları beslemeyeceğiz.
- Öyle ya.
- Peki, flauta yapan ve çalanları toplumumuza katacak mıyız? Flauta en çok sesi olan, bütün makamları çalabilen bir sazdır. Telli sazlar da onun bir taklididir, değil mi?
- Öyledir.
- Öyleyse geriye lyra, kithara kalıyor. Bunlar şehrimize girebilir. Kırlarda da çobanlar kaval çalabilir.
(s. 82-3)

Biraz daha ileride işin içine şairleri de katarak şunları ekliyor.

- Öyleyse yalnız şairleri mi gözaltında bulunduracağız? Yalnız onları mı bizim iyi dediğimizin benzeri olmaya zorlayacağız? Öbür sanatlarda da aynı titizliği göstermeyecek miyiz? Onların da kötü huyları, ölçüsüzlükleri, bayağılığı, çirkinliği, canlı varlıkların resimlerinde olsun, yapılarda olsun, şu veya bu el işlerinde olsun, göstermelerine engel olmamalı mıyız? Olmazsak, iş görmelerini yasak etmeli değil miyiz? Bekçilerimiz kötülük tasvirleri içinde, tıpkı kötü yiyeceklerle beslenir gibi mi yetişsinler? Her gün farkında olmadan birçok zehirli bitkiyi azar azar yiyerek zehirlensinler de, içlerine kötülük mü işlesin? Tersine, onları beden, öz ve biçim güzelliğine doğru götürecek sanat ustalarını aramamız gerekmez mi? Gençlerimiz, sağlam bir iklimin insanları gibi, çevrelerindeki her şeyden faydalansınlar, güzel ülkelerde bir meltemin kanadında gelen sağlık gibi, sanat eserleri de onların gözlerine, kulaklarına mutlu etkiler sağlayan birer kaynak olsun. Gençlerimiz, ta çocukluktan güzelliği sevmeye, güzele benzemeye, onunla bir olmaya, kaynaşmaya özensinler!
- İşte, eğitimlerin en güzeli bu olurdu.
- Onun için, Glaukon dedim, müzik eğitimi bundan ötürü eğitimlerin en iyisidir. Hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez. Müzik eğitimi gereği gibi yapıldı mı insanı yüceltir, özünü güzelleştirir. Kötü yapılınca da bunun tersi olur. Gevşek ve bozuk düzen, eserler, tabiattaki bozukluklar gibi, iyi yetişmiş insanın gözüne hemen batar, kızdırır onu. Kendini iyi bir insan olarak yetiştirmek isteyen güzeli arar, güzeli över, ondan hoşlanır ve onunla beslenir. Daha düşünmeye başlamadığı çağda tiksinir çirkinden; düşünme çağına gelince de, kendini yetiştiren müziğin düşüncesiyle akrabalığını sezer, onu sevinçle karşılar.
- Bunun için de eğitim müziğe dayanmalıdır, dedi Glaukon.
(s. 84-5)

Sonunda çok daha ileride konuyu şu şekilde bağlıyor:

Devletin bekçileri eğitimin bozulmamasına bakacaklar. Ne beden ne de kafa eğitiminde, kurulmuş düzene ayrkırı hiçbir yeniliğe meydan vermeyecekler. Biri tutar, şair ağzından çıkan yeni sözlere bayılır insanlar, derse, bu söz tehlikelidir. Çünkü herkes şairin yeni havaları değil de, müzikte yeni makamları kastettiğini sanır. O türlü bir yeniliği de hoşgörür. Oysa şairin düşüncesini bir türlü anlayıp yürütmek yanlıştır. Müzikte yeni bir çeşidin doğması kaçınılacak bir şeydir. Bununla her şey tehlikeye girer. Damon’un dediği, benim de inandığım gibi, müzikte yol değişti mi, devletin anayasası temelinden sarsılır. (s. 103)

Ancak benim en beğendiğim, Sokrates’in yönetimde görev alacak kişilerin hangi koşullarda iş yapacaklarını anlattıkları şu parça oldu:

İlkin, kesin bir zorunluluk olmadıkça, hiçbiri mal mülk edinmesin. Sonra oturdukları yer, yiyeceklerini sakladıkları ambar, her isteyenin gireceği yerler olmalı. Yiyecekleri de ölçülü ve yiğit savaşçılara yaraşan cinsten olsun. Bekçiliklerine karşılık, yurttaşların kendilerine verecekleri, bir yıllık yiyeceklerinden ne çok, ne de az olsun. Yemeklerini birlikte yesinler, savaştaki askerler gibi hep bir arada yaşasınlar. Gümüş ve altına gelince; diyeceğiz ki onlara: İçlerinde tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında ve gümüşte gözü olmaz. Kendi altın yaratılışlarını dünyanın altınıyla kirletmek günahtır. Çünkü dünya altını yüzünden türlü kötülükler işlenmiştir. Oysa ki, içlerindeki altın tertemizdir. Şehirde yaşayanlar arasında yalnız onlar için gümüşe dokunmak, onu kullanmak, ona eşyasında, evinde yer vermek, onunla süslenmek, altın ya da gümüş kupalardan içmek yasaktır. Böylece hem kendilerini, hem de devleti korumuş olacaklardır. Ama toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacakları yerde kendileri de mal ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zorba efendisi olurlar. Ömürleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlarından çok içerideki düşmanlarından korkarlar. Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler. İşte bunun için koruyucularımızın oturacakları yerleri ve yaşama koşullarını önceden iyi belirlemek, bunu da kanunlaştırmak gerekmez mi? (s. 98)

Düşünün bir, böyle koşulların olduğu bir yerde kim yönetime talip olur? Bizim mecliste buna benzer koşullar olsa, hatta azıcık bir parçası olsa ne olur acaba? Ben milletvekilleri arasında büyük bir panik ve çılgınlık dalgasının yaşanacağına eminim. Devletin kadroları muhtemelen bir kaosa sürüklenecektir. Belki Maliye Bakanı Unakıtan kendisini vurur. Oğlu milyon dolarlık gemi alan Tayyip amcam Emine hanımın başörtüsü ile kendisini boğmaya kalkışabilir mesela. 16 yaşındaki oğlu ticarete atılan Abdullah amcam da Hayrünisa hanımın kıllandığı imam beğendi ile kendisini zehirletebilir. Var mı öyle devletten avanta?

Şu MTV müzik kanalı da haftanın bir gününü Japonların anime denilen çizgi filmlerine ayırmaya başladı. Geçen hafta “Basilisk” denilen bir çizgi film gösterdi. Çizgi filmin kapanışında çalan parça hoşuma gidince, neyin nesi imiş diye araştırdım. Şarkıyı söyleyen Nana Mizuki adında Japon bir şarkıcı imiş. Youtube’dan bulduğum klibini aşağıya ekledim. Sokrates amcam gerçi karşı çıkıyor bu tarz fitnelere, ama merak etmesine gerek yok. Zira bizim memlekette devleti yönetenler ilahiden başka bir şey dinlemiyorlar.