UÇKUR İŞLERİ
Sınava çalışmaktan sıkılınca kütüphaneyi karıştırmaya karar verdim. Bakınırken dört sene önce aldığım iki kitap elime geçti (Andrè Morali-Daninos, “Cinsel İlişkiler Tarihi”, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınları, 1974. Richard Lewisohn, “Cinsî Âdetler Tarihi”, Çev. Ender Gürol, İstanbul: Varlık Yayınları, 1966). Beşiktaş’taki bir sahafta rafları incelerken gözüme çarpmışlardı. “İlkel zamanlardan günümüze uçkur vaziyetlerini anlatıyor,” diye satın almıştım, ancak bir türlü tam manasıyla okuma fırsatı bulamadım. Şöyle bir göz atarken bazı ilginç yerlere denk geldim. Bir kısmını aktaralım:
Ortaçağ’ın başlarında Avrupa’nın pek çok ülkesinde cinsel açından bir başıboşluk hüküm sürüyormuş:
“Kadınlar çoğu zaman sokağa göğüsleri açık olarak çıkıyorlardı. Kiliseye gittikleri zaman kendilerinden göğüslerini örtmeleri isteniyordu. Erkeklerde ise, pantolon yırtmacı cinsel organlarına tıpatıp uygun hâldeydi ve onları gizlemekten çok gösteriyordu. 15. yüzyılda hamama çıplak gidiliyor, çocuklar da birlikte götürülüyordu. Ondan sonra mıncıklama ve sevişme faslı başlıyordu. (…) Kiliselerin renkli camlarla kaplı pencerelerinde ve dinsel resimlerde açık seçik sahneler eksik değildi.” (Morali-Daninos, s. 40)
Serbestliğe bir örnek daha vereyim: Londra’ya ilk geldiğim aylarda, okuldaki arkadaşlardan biri “haydi striptiz bara gidelim” diye tutturdu. Önce metroya, sonra otobüse binerek şehir merkezine yakın yerdeki bir bara gittik. Bütün camları siyah renk ile kapalı, mor rengin hâkim olduğu bir mekândı. İş çıkışında gelen takım elbiseli erkekler, sahnenin önünde bir yandan içki içip sohbet ediyor, diğer yandan danseden kızlara bakıyorlardı. Kızlar ise dansa çıkmadan önce ellerinde kupalar ile tek tek müşterileri dolaşıp para topluyordu. En az 1 pound vermeniz gerekiyordu. Ama sahneye vırt zırt kız çıktığından fazla kalmadık, çünkü her defasında 1 pound atmak yavaş yavaş pahalı gelmeye başlamıştı. Dışarıda, barın ilerisinde sol tarafta orta büyüklükte bir kilise vardı. Katolik kilisesi olup olmadığını bilmiyorum. Böyle bir yerin karşısında kilise olmasına çok şaşırmıştım. Acaba kimse böyle bir “şer yuvasının” kilisenin yanında faaliyet göstermesini şikayet etmiş miydi? Buna benzer bir şey Türkiye’de olsa, bizim beton kafalı dinciler barı kesinlikle ateşe verirlerdi! Ayrılırken “Acaba daha sonra gelip bir cv bıraksam mı?” diye düşündüm, ama üşengeçliğimden kaldı. Halbuki Avrupa’da bu tür şeylerin Kilise ile bağlantısı varmış. Bakın Haçlı Seferleri sonrasında Kilise işe nasıl el atmış:
“Haçlı Seferleri fuhşun büyük çapta artmasına neden oldu. Dindar savaşçılar acıklı da olsa karılarından ayrılmayı göze alabiliyorlardı, ama bazen yıllarca sürecek cinsel perhiz pek ağır geliyordu. Haçlı Seferlerinin düzenleyicileri orduyu kadınsız tutmanın imkânsız olduğunu pek iyi anlamışlardı. Çıkış limanları kendilerini haçlılara veren kadınlarla kaynaşıyordu, çoğu da gemilere tırmanıyorlardı. (…)
“Haçlı Seferleri sona erince fahişeleri kontrol altında tutmak gittikçe daha da gerekli olmaya başladı. Birçok yeni şehir kurulmuştu. Eskiden şehirler arası yollarda ayak süren kadınlar, şimdi çağın gidişine ayak uydurmuşlar, ya şehir duvarlarının içinde ya da kapıların hemen dışında işlerini görüyorlardı. Kadınları korusalar bile, şehirliler bu durum karşısında utanıyorlardı. Bu hoş olmayan duruma bir çare bulunması gerekti. Kilise durumu anlıyordu. Fuhşu tamamıyla ortadan kaldırmak boştu; iyilikten çok kötülük yapılmış olurdu. (…) Uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra yetkililer, eski çağların yöntemine başvurdular: Polisin nezareti altında fahişeleri genelevlere sokmak daha az bir kötülük gibi geliyordu. Birçok yerlerde, Kilise bu işi üzerine aldı. Papanın oturduğu Avignon şehrinde ‘manastır’ anlamına gelen ‘Abbaye’ adı altında tanınan bir genelev kuruldu. Napoli kraliçesi resmen koruyordu bu kuruluşu. Çalışan kadınlar dua saatlerini ihmal etmeyecekler, her ne kadar kötü bir işte çalışıyorlarsa da iyi Hıristiyanlar olarak kalacaklardı. Müşteriler de dinsel bir kurala uymak zorundaydı: Bu evlere yalnız Hıristiyanlar girebilirlerdi. Putperestler ile Yahudiler kesin olarak içeri sokulmuyorlardı. Bu teşebbüs öyle başarılı olmuştur ki, sonradan Papa II. Julius Roma’da tıpkı böyle bir ev kurmuştur. Başka şehirlerde Kilise bu işe faal olarak katılmayı göze alamamıştır, ama sık sık rahiplerin ve manastırdaki sörlerin evinde bu gibi işler yapılmıştır. Pek kültürlü bir adam olan Mainz piskoposlarından birinin kütüphanesindeki kitap sayısı kadar, evinde fahişe olduğu söylenir. Bir İngiliz kardinali, hiç de kapatmak niyetinde olmadığı bir genelev satın almıştır.” (Lewisohn, s. 126-7)
* * *
Avrupa’dan bahsederken, benim özel bir “nefret” duyduğum ve “Fransızlar” olarak adlandırılan milleti de unutmamak lazım. Fransız İhtilâli’nden sonra bu kefereler işleri nasıl düzenlenmişler:
“Bütün ihtilâllerde olduğu gibi, şimdi de fuhuş son derece artmıştır. Fransa’da propaganda ve basın artık serbest olduğundan dünya – ve sonraki nesiller – o ana kadar bilmedikleri bir sürü şeyler öğrendiler bu kuruluşlar konusunda. 14 Temmuz’un ilk yıldönümünde ‘maisons de randez-vous’ dedikleri genelevlerde birtakım fiyat listeleri asıldı. Kendi hesaplarına çalışan kadınların fiyatları da ayrıydı. Listenin başında şöyle yazıyordu: ‘Tariffe des filles de Palais Royal, lieux circonvoisins, autres quartiers de Paris avec leurs noms et demeures’ (Palais Royal çevresinde veya Paris’in başka bölgelerindeki kızların adres ve adlarıyla birlikte fiyatını gösterir liste). Paris’e ulusal bayramda gelen, özellikle de özgürlük aşkıyla cezbolunan sayısız ziyaretçilere bu şekilde bilgi vererek, bir anavatan hizmeti yaptığına inandığını söylüyordu listeyi yapan.
“Özgürlükten ne kastedilmiş olursa olsun, liste uzun ve çekiciydi. Madame Dupèron ile dört genç kızına yapılan vizite, öğrendiğimize göre 25 franktı. Oysa Victorine veya Paysanne’a yapılan ziyaret 6 frank ile bir kadeh içkiye mal oluyordu. Özel bir ünü olan La Bacchante adındaki kadının dereceli bir tarifesi vardı: Delikanlılar için 6, yaşlı beyler için 12 franktı. Tabii, özel birtakım sosyal nitelikleri ve lüks apartmanları olan çapkın bayanlar da vardı. Sonra, Paris’te kaldığı süre boyunca turist eğlendirecek kadınlar da vardı.” (Lewisohn, s. 216-7)
Ondan önce de şöyleymiş:
“Büyük şehirlerin hepsinde polisin başına bir sürü iş açan kaldırım orospuları da vardı. Yetkilileri esas uğraştıran şey, bu kadınların giyimiydi: Mesele, orospuların güzelliklerini teşhir edip etmemesi değildi; namuslu kadınlarla karıştırılmamaları meselesiydi. Bu bakımdan eski Roma örnek alındı. Eski Roma’da kaldırım orospuları, namuslu kadınlardan ayrılsınlar diye, sadece uzun bir ‘tunica’ giyerlerdi. Bununla birlikte mesele daha karmaşık bir durumdaydı. Moda sık sık değiştiği için, orospuların giyeceği elbiselerin hep yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. 1425 sıralarında, örneğin Paris’in ‘filles de communes’ denen orospuları altın renkli kemer takamaz, bol etek ve kürk yakalı mantolar giyemezlerdi. Kürk kenarlı elbiseler özellikle yasaklanmıştı, çünkü yüksek sosyete kürk kenarlı elbiseler giyiyordu. Her çağın kendine göre derdi vardır. Ama ister kürklü ister kürksüz olsun, kadın evleri ve hamamlar müşteriden yoksun kalamıyorlardı. Müşterilerin çoğu da evinde karısı olan evli kimselerdi. İhmâl edilen bir kadın ne yapabilirdi? Şövalyelik kurallarına göre ve bu kuralların vaatlerine rağmen, bütün yapabilecekleri şey kendi akıllarına başvurmaktı. Muhtemelen rahat içinde yaşayan Parisli ve burjuva bir şövalye, cinsel eğitim konusundaki bir kitapta, zeki bir kadının kocasının gece çıkışlarına nasıl engel olduğunu anlatıyor: Kadın odanın dışına yanan bir mum ile su ve havlu koyar. Koca eve dönünce kadın hiçbir şey söylemez, sadece ellerini yıkamasını rica eder. Kocası öylesine utanır ki, bir daha evden çıkmaz.” (Lewisohn, s. 129-30)
Avamdan halkın yanı sıra, bakın Fransa’da sarayda işler nasıl dönüyormuş – ancak eşcinsellik açısından:
“Homoseksüellik özellikle savaşçı halk topluluklarında, bilhassa Avrupa’da Normanlar arasında gelişmişti. Avrupa’da homoseksüelliğin kadın ihtiyacını az hissedilir hâle sokarak ve 'dayanışmayı, takım zihniyetini arttırarak' askerî erdemleri uyardığına inanılıyordu. Daha o zamandan, bu ahlâksızlığın toplumun her iki kutbunda da yaygın olduğu bildirilmekteydi: Homoseksüeller ya katiller, suçlular ya da seçkin ve ince kişiler arasından çıkıyordu.
“Bu nedenle Paris’ten Toulose’a, Toulose’dan da İtalya’ya kaçan hukukçu Muret ile ‘erkeklerin güzelliğine hiç dayanamayan’ Michelangelo ün kazanmış örneklerdir. İngiltere kralları II. Edward ile I. Jack homoseksüeldi. Birçok yazara göre, Shakespeare’in şiirleri yalnız W. H. harfleriyle bilinen homoseksüel bir eşe adanmıştır.
“Fransa’da 16. yüzyılda kral III. Henri homoseksüeldi. Bilindiğine göre, işi epey geç olarak homoseksüelliğe dökmüş; daha önce gençliğini, kardeşleri kral IX. Charles ve Alençon dükü ile, sonraları IV. Henri adıyla tahta çıkan kuzeniyle birlikte toplu sevişme âlemlerinde geçirmiştir. Kadınsı olmakla birlikte, kadınlar kendisinden çok hoşlanırlardı; sayısız metresleri olmuştu. Polonya kralı olduktan sonra Fransa tahtına çıkmış ve tapınırcasına sevdiği Marie de Clèves’in ölümünden sonra iyiden iyiye homoseksüellikte karar kılmıştır. Uğradığı büyük acıyı geriye doğru giden karakteristik bir davranış izlemiş, kendisini kaybettiği sevgilisine benzetmeye özen göstermiştir. Dikiş dikiyor, işleme yapıyor, balolarda kadın kılığına giriyor, eşlerini (erkek gözdeler olan) mignon’lar ya da rastgele karşılaştığı (saray iç hizmetlerinde görevli genç oğlanlardan bir page, bir döşemeci vb. gibi) kimseler arasından seçiyordu.
“Yüzüstü bırakılan kadınlar da kendi aralarında avunuyorlardı. Görünüşe göre, sevici kadınlar arası ilişkilerde erkeğin yerini tutma olanağını sağlayan alet o sıralarda icat edilmiştir.” (Morali-Daninos, s. 66-7)
Bence o malum “aletin” Fransızlar tarafından icat edilmiş olması ihtimali çok kuvvetlidir. Başka kim icat edebilir ki zaten? Marx’ın kızının biyografisini okurken görmüştüm; Marx da Fransızlardan hoşlanmaz ve onlara “pezevenkler” dermiş – büyük adam vesselam!
Sınava çalışmaktan sıkılınca kütüphaneyi karıştırmaya karar verdim. Bakınırken dört sene önce aldığım iki kitap elime geçti (Andrè Morali-Daninos, “Cinsel İlişkiler Tarihi”, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınları, 1974. Richard Lewisohn, “Cinsî Âdetler Tarihi”, Çev. Ender Gürol, İstanbul: Varlık Yayınları, 1966). Beşiktaş’taki bir sahafta rafları incelerken gözüme çarpmışlardı. “İlkel zamanlardan günümüze uçkur vaziyetlerini anlatıyor,” diye satın almıştım, ancak bir türlü tam manasıyla okuma fırsatı bulamadım. Şöyle bir göz atarken bazı ilginç yerlere denk geldim. Bir kısmını aktaralım:
Ortaçağ’ın başlarında Avrupa’nın pek çok ülkesinde cinsel açından bir başıboşluk hüküm sürüyormuş:
“Kadınlar çoğu zaman sokağa göğüsleri açık olarak çıkıyorlardı. Kiliseye gittikleri zaman kendilerinden göğüslerini örtmeleri isteniyordu. Erkeklerde ise, pantolon yırtmacı cinsel organlarına tıpatıp uygun hâldeydi ve onları gizlemekten çok gösteriyordu. 15. yüzyılda hamama çıplak gidiliyor, çocuklar da birlikte götürülüyordu. Ondan sonra mıncıklama ve sevişme faslı başlıyordu. (…) Kiliselerin renkli camlarla kaplı pencerelerinde ve dinsel resimlerde açık seçik sahneler eksik değildi.” (Morali-Daninos, s. 40)
Serbestliğe bir örnek daha vereyim: Londra’ya ilk geldiğim aylarda, okuldaki arkadaşlardan biri “haydi striptiz bara gidelim” diye tutturdu. Önce metroya, sonra otobüse binerek şehir merkezine yakın yerdeki bir bara gittik. Bütün camları siyah renk ile kapalı, mor rengin hâkim olduğu bir mekândı. İş çıkışında gelen takım elbiseli erkekler, sahnenin önünde bir yandan içki içip sohbet ediyor, diğer yandan danseden kızlara bakıyorlardı. Kızlar ise dansa çıkmadan önce ellerinde kupalar ile tek tek müşterileri dolaşıp para topluyordu. En az 1 pound vermeniz gerekiyordu. Ama sahneye vırt zırt kız çıktığından fazla kalmadık, çünkü her defasında 1 pound atmak yavaş yavaş pahalı gelmeye başlamıştı. Dışarıda, barın ilerisinde sol tarafta orta büyüklükte bir kilise vardı. Katolik kilisesi olup olmadığını bilmiyorum. Böyle bir yerin karşısında kilise olmasına çok şaşırmıştım. Acaba kimse böyle bir “şer yuvasının” kilisenin yanında faaliyet göstermesini şikayet etmiş miydi? Buna benzer bir şey Türkiye’de olsa, bizim beton kafalı dinciler barı kesinlikle ateşe verirlerdi! Ayrılırken “Acaba daha sonra gelip bir cv bıraksam mı?” diye düşündüm, ama üşengeçliğimden kaldı. Halbuki Avrupa’da bu tür şeylerin Kilise ile bağlantısı varmış. Bakın Haçlı Seferleri sonrasında Kilise işe nasıl el atmış:
“Haçlı Seferleri fuhşun büyük çapta artmasına neden oldu. Dindar savaşçılar acıklı da olsa karılarından ayrılmayı göze alabiliyorlardı, ama bazen yıllarca sürecek cinsel perhiz pek ağır geliyordu. Haçlı Seferlerinin düzenleyicileri orduyu kadınsız tutmanın imkânsız olduğunu pek iyi anlamışlardı. Çıkış limanları kendilerini haçlılara veren kadınlarla kaynaşıyordu, çoğu da gemilere tırmanıyorlardı. (…)
“Haçlı Seferleri sona erince fahişeleri kontrol altında tutmak gittikçe daha da gerekli olmaya başladı. Birçok yeni şehir kurulmuştu. Eskiden şehirler arası yollarda ayak süren kadınlar, şimdi çağın gidişine ayak uydurmuşlar, ya şehir duvarlarının içinde ya da kapıların hemen dışında işlerini görüyorlardı. Kadınları korusalar bile, şehirliler bu durum karşısında utanıyorlardı. Bu hoş olmayan duruma bir çare bulunması gerekti. Kilise durumu anlıyordu. Fuhşu tamamıyla ortadan kaldırmak boştu; iyilikten çok kötülük yapılmış olurdu. (…) Uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra yetkililer, eski çağların yöntemine başvurdular: Polisin nezareti altında fahişeleri genelevlere sokmak daha az bir kötülük gibi geliyordu. Birçok yerlerde, Kilise bu işi üzerine aldı. Papanın oturduğu Avignon şehrinde ‘manastır’ anlamına gelen ‘Abbaye’ adı altında tanınan bir genelev kuruldu. Napoli kraliçesi resmen koruyordu bu kuruluşu. Çalışan kadınlar dua saatlerini ihmal etmeyecekler, her ne kadar kötü bir işte çalışıyorlarsa da iyi Hıristiyanlar olarak kalacaklardı. Müşteriler de dinsel bir kurala uymak zorundaydı: Bu evlere yalnız Hıristiyanlar girebilirlerdi. Putperestler ile Yahudiler kesin olarak içeri sokulmuyorlardı. Bu teşebbüs öyle başarılı olmuştur ki, sonradan Papa II. Julius Roma’da tıpkı böyle bir ev kurmuştur. Başka şehirlerde Kilise bu işe faal olarak katılmayı göze alamamıştır, ama sık sık rahiplerin ve manastırdaki sörlerin evinde bu gibi işler yapılmıştır. Pek kültürlü bir adam olan Mainz piskoposlarından birinin kütüphanesindeki kitap sayısı kadar, evinde fahişe olduğu söylenir. Bir İngiliz kardinali, hiç de kapatmak niyetinde olmadığı bir genelev satın almıştır.” (Lewisohn, s. 126-7)
* * *
Avrupa’dan bahsederken, benim özel bir “nefret” duyduğum ve “Fransızlar” olarak adlandırılan milleti de unutmamak lazım. Fransız İhtilâli’nden sonra bu kefereler işleri nasıl düzenlenmişler:
“Bütün ihtilâllerde olduğu gibi, şimdi de fuhuş son derece artmıştır. Fransa’da propaganda ve basın artık serbest olduğundan dünya – ve sonraki nesiller – o ana kadar bilmedikleri bir sürü şeyler öğrendiler bu kuruluşlar konusunda. 14 Temmuz’un ilk yıldönümünde ‘maisons de randez-vous’ dedikleri genelevlerde birtakım fiyat listeleri asıldı. Kendi hesaplarına çalışan kadınların fiyatları da ayrıydı. Listenin başında şöyle yazıyordu: ‘Tariffe des filles de Palais Royal, lieux circonvoisins, autres quartiers de Paris avec leurs noms et demeures’ (Palais Royal çevresinde veya Paris’in başka bölgelerindeki kızların adres ve adlarıyla birlikte fiyatını gösterir liste). Paris’e ulusal bayramda gelen, özellikle de özgürlük aşkıyla cezbolunan sayısız ziyaretçilere bu şekilde bilgi vererek, bir anavatan hizmeti yaptığına inandığını söylüyordu listeyi yapan.
“Özgürlükten ne kastedilmiş olursa olsun, liste uzun ve çekiciydi. Madame Dupèron ile dört genç kızına yapılan vizite, öğrendiğimize göre 25 franktı. Oysa Victorine veya Paysanne’a yapılan ziyaret 6 frank ile bir kadeh içkiye mal oluyordu. Özel bir ünü olan La Bacchante adındaki kadının dereceli bir tarifesi vardı: Delikanlılar için 6, yaşlı beyler için 12 franktı. Tabii, özel birtakım sosyal nitelikleri ve lüks apartmanları olan çapkın bayanlar da vardı. Sonra, Paris’te kaldığı süre boyunca turist eğlendirecek kadınlar da vardı.” (Lewisohn, s. 216-7)
Ondan önce de şöyleymiş:
“Büyük şehirlerin hepsinde polisin başına bir sürü iş açan kaldırım orospuları da vardı. Yetkilileri esas uğraştıran şey, bu kadınların giyimiydi: Mesele, orospuların güzelliklerini teşhir edip etmemesi değildi; namuslu kadınlarla karıştırılmamaları meselesiydi. Bu bakımdan eski Roma örnek alındı. Eski Roma’da kaldırım orospuları, namuslu kadınlardan ayrılsınlar diye, sadece uzun bir ‘tunica’ giyerlerdi. Bununla birlikte mesele daha karmaşık bir durumdaydı. Moda sık sık değiştiği için, orospuların giyeceği elbiselerin hep yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. 1425 sıralarında, örneğin Paris’in ‘filles de communes’ denen orospuları altın renkli kemer takamaz, bol etek ve kürk yakalı mantolar giyemezlerdi. Kürk kenarlı elbiseler özellikle yasaklanmıştı, çünkü yüksek sosyete kürk kenarlı elbiseler giyiyordu. Her çağın kendine göre derdi vardır. Ama ister kürklü ister kürksüz olsun, kadın evleri ve hamamlar müşteriden yoksun kalamıyorlardı. Müşterilerin çoğu da evinde karısı olan evli kimselerdi. İhmâl edilen bir kadın ne yapabilirdi? Şövalyelik kurallarına göre ve bu kuralların vaatlerine rağmen, bütün yapabilecekleri şey kendi akıllarına başvurmaktı. Muhtemelen rahat içinde yaşayan Parisli ve burjuva bir şövalye, cinsel eğitim konusundaki bir kitapta, zeki bir kadının kocasının gece çıkışlarına nasıl engel olduğunu anlatıyor: Kadın odanın dışına yanan bir mum ile su ve havlu koyar. Koca eve dönünce kadın hiçbir şey söylemez, sadece ellerini yıkamasını rica eder. Kocası öylesine utanır ki, bir daha evden çıkmaz.” (Lewisohn, s. 129-30)
Avamdan halkın yanı sıra, bakın Fransa’da sarayda işler nasıl dönüyormuş – ancak eşcinsellik açısından:
“Homoseksüellik özellikle savaşçı halk topluluklarında, bilhassa Avrupa’da Normanlar arasında gelişmişti. Avrupa’da homoseksüelliğin kadın ihtiyacını az hissedilir hâle sokarak ve 'dayanışmayı, takım zihniyetini arttırarak' askerî erdemleri uyardığına inanılıyordu. Daha o zamandan, bu ahlâksızlığın toplumun her iki kutbunda da yaygın olduğu bildirilmekteydi: Homoseksüeller ya katiller, suçlular ya da seçkin ve ince kişiler arasından çıkıyordu.
“Bu nedenle Paris’ten Toulose’a, Toulose’dan da İtalya’ya kaçan hukukçu Muret ile ‘erkeklerin güzelliğine hiç dayanamayan’ Michelangelo ün kazanmış örneklerdir. İngiltere kralları II. Edward ile I. Jack homoseksüeldi. Birçok yazara göre, Shakespeare’in şiirleri yalnız W. H. harfleriyle bilinen homoseksüel bir eşe adanmıştır.
“Fransa’da 16. yüzyılda kral III. Henri homoseksüeldi. Bilindiğine göre, işi epey geç olarak homoseksüelliğe dökmüş; daha önce gençliğini, kardeşleri kral IX. Charles ve Alençon dükü ile, sonraları IV. Henri adıyla tahta çıkan kuzeniyle birlikte toplu sevişme âlemlerinde geçirmiştir. Kadınsı olmakla birlikte, kadınlar kendisinden çok hoşlanırlardı; sayısız metresleri olmuştu. Polonya kralı olduktan sonra Fransa tahtına çıkmış ve tapınırcasına sevdiği Marie de Clèves’in ölümünden sonra iyiden iyiye homoseksüellikte karar kılmıştır. Uğradığı büyük acıyı geriye doğru giden karakteristik bir davranış izlemiş, kendisini kaybettiği sevgilisine benzetmeye özen göstermiştir. Dikiş dikiyor, işleme yapıyor, balolarda kadın kılığına giriyor, eşlerini (erkek gözdeler olan) mignon’lar ya da rastgele karşılaştığı (saray iç hizmetlerinde görevli genç oğlanlardan bir page, bir döşemeci vb. gibi) kimseler arasından seçiyordu.
“Yüzüstü bırakılan kadınlar da kendi aralarında avunuyorlardı. Görünüşe göre, sevici kadınlar arası ilişkilerde erkeğin yerini tutma olanağını sağlayan alet o sıralarda icat edilmiştir.” (Morali-Daninos, s. 66-7)
Bence o malum “aletin” Fransızlar tarafından icat edilmiş olması ihtimali çok kuvvetlidir. Başka kim icat edebilir ki zaten? Marx’ın kızının biyografisini okurken görmüştüm; Marx da Fransızlardan hoşlanmaz ve onlara “pezevenkler” dermiş – büyük adam vesselam!
Arada bâtıl inançlardan da bahsedeyim. Bâtıl inanç deyince şeytansız ve cadısız olmaz tabii:
“Şeytan her iki cinsten insanı da baştan çıkartmaktaydı, ama kurbanları genellikle kadınlardı. Şeytanla alışveriş eden kadınlar, yani onunla pis işlere girişenler türlü türlüydü. Bunlar arasında, hiçbir erkeğin artık yüzüne bakmayacağı, suratı kırış kırış olmuş, saçı başı darmadağın, geceleri büyücülerin süpürgelerine binip uçan yaşlı cadılar vardı. Bunların kendi cinsel hayatlarından büyük zarar gelmezdi, ama yine de tehlikeliydiler. Çünkü bakireler ve zina işleyen kadınlar için aşk şerbetleri hazırlar, erkekleri iktidarsız yapan birtakım ilaçlar yapar, evli olmayan erkekleri şehvet düşkünü kadınlar ile çiftleştirirler ve bu günah birleşmelerinden doğan çocukları rahimdeyken yok ederlerdi. Kısacası, insanlık için kötü birçok faaliyetlerde bulunurlardı.
“Bununla birlikte, bundan daha tehlikelisi, genç büyücülerdi; çünkü bu kadınlar sadece şeytanla alışverişte bulunmuyor, aynı zamanda bu dünyadan adamlarla da çiftleşiyorlar, özellikle de evli, namuslu kişileri baştan çıkartıyorlardı. Bir büyücü ile herhangi bir fahişeyi ayırt etmek imkânsız olduğundan, özel deneylerin uygulanması gerekiyordu. Bunun en iyi kanıtı, bir kadını şeytanla veya yardımcılarıyla işbirliği ederken yakalamaktı, çünkü kendi işini yalnız başına yapamayacağından, yardımcı cinlerini koştururdu işe. Bu yaratıklar türlü türlüydü. Başta, geceleri kâbus şeklinde kadınlara saldırıp onlarla birleşenler ile, erkeklere aynı şekilde saldıran kadınlar geliyordu. Şeytan bazen orta bir köpek büyüklüğünde siyah bir kedi, bazen de erkek bir keçi kılığında çıkardı ortaya.
“Bununla birlikte, şeytanın özel cinsel alanı vücudunun arka tarafıydı ki, şehvet düşkünü kadınlar bundan özel bir tat alıyorlardı. Ortaçağdan kalma pek çok resimde şeytanın kuyruğunun altını gözetleyen kadınlar görülür. Deliği öpmeyi başaracak olurlarsa, esrarlı birtakım güçlerin kendilerine bahşedildiği düşünülmekteydi. Şeytandan daha çok şey bekleyen kimsenin onunla bir anlaşmaya varması gerekirdi. Bu Goethe’nin Faust’undaki gibi resmî değildi her zaman. Büyücü adaylarının ruhlarını şeytana dört kıl karşılığı vermeleri gerekiyordu. Şeytanla her zaman kan mukaveleleri yapmak gerekmezdi. Bununla birlikte, kağıt üstüne kırmızı-beyaz olarak yazmak insana çok daha inandırıcı geliyordu. Bu çeşit belgeler büyücü yargılamalarında her zaman ortaya konmuştur.” (Lewisohn, s. 114-6)
* * *
“Şeytan her iki cinsten insanı da baştan çıkartmaktaydı, ama kurbanları genellikle kadınlardı. Şeytanla alışveriş eden kadınlar, yani onunla pis işlere girişenler türlü türlüydü. Bunlar arasında, hiçbir erkeğin artık yüzüne bakmayacağı, suratı kırış kırış olmuş, saçı başı darmadağın, geceleri büyücülerin süpürgelerine binip uçan yaşlı cadılar vardı. Bunların kendi cinsel hayatlarından büyük zarar gelmezdi, ama yine de tehlikeliydiler. Çünkü bakireler ve zina işleyen kadınlar için aşk şerbetleri hazırlar, erkekleri iktidarsız yapan birtakım ilaçlar yapar, evli olmayan erkekleri şehvet düşkünü kadınlar ile çiftleştirirler ve bu günah birleşmelerinden doğan çocukları rahimdeyken yok ederlerdi. Kısacası, insanlık için kötü birçok faaliyetlerde bulunurlardı.
“Bununla birlikte, bundan daha tehlikelisi, genç büyücülerdi; çünkü bu kadınlar sadece şeytanla alışverişte bulunmuyor, aynı zamanda bu dünyadan adamlarla da çiftleşiyorlar, özellikle de evli, namuslu kişileri baştan çıkartıyorlardı. Bir büyücü ile herhangi bir fahişeyi ayırt etmek imkânsız olduğundan, özel deneylerin uygulanması gerekiyordu. Bunun en iyi kanıtı, bir kadını şeytanla veya yardımcılarıyla işbirliği ederken yakalamaktı, çünkü kendi işini yalnız başına yapamayacağından, yardımcı cinlerini koştururdu işe. Bu yaratıklar türlü türlüydü. Başta, geceleri kâbus şeklinde kadınlara saldırıp onlarla birleşenler ile, erkeklere aynı şekilde saldıran kadınlar geliyordu. Şeytan bazen orta bir köpek büyüklüğünde siyah bir kedi, bazen de erkek bir keçi kılığında çıkardı ortaya.
“Bununla birlikte, şeytanın özel cinsel alanı vücudunun arka tarafıydı ki, şehvet düşkünü kadınlar bundan özel bir tat alıyorlardı. Ortaçağdan kalma pek çok resimde şeytanın kuyruğunun altını gözetleyen kadınlar görülür. Deliği öpmeyi başaracak olurlarsa, esrarlı birtakım güçlerin kendilerine bahşedildiği düşünülmekteydi. Şeytandan daha çok şey bekleyen kimsenin onunla bir anlaşmaya varması gerekirdi. Bu Goethe’nin Faust’undaki gibi resmî değildi her zaman. Büyücü adaylarının ruhlarını şeytana dört kıl karşılığı vermeleri gerekiyordu. Şeytanla her zaman kan mukaveleleri yapmak gerekmezdi. Bununla birlikte, kağıt üstüne kırmızı-beyaz olarak yazmak insana çok daha inandırıcı geliyordu. Bu çeşit belgeler büyücü yargılamalarında her zaman ortaya konmuştur.” (Lewisohn, s. 114-6)
* * *
Son olarak Avrupa’dan dans konusu ile kapatalım:
“Şimdi moda olmaya başlayan yeni danslar eskiden çok daha şeheviydi. Cinsel bakımdan en heyecan vericisi vals idi. Dans ile cinsiyet daima birlikte gitmiştir. Ama aralarındaki nisbet zaman zaman değişmiştir. Batıda Hıristiyanların zaferinden beri iyi sosyetelerde Bakka dansları edilmez olmuştu. 17. ve 18. yüzyılların saray dansları – ki o sıralarda cinsel hayat alabildiğine serbest bırakılmıştı – özellikle muhafazakârdı. Kavalye yalnız kolunu veya elini hanıma uzatırdı. Başka her türlü temas uygunsuz görülürdü. Sadece köylüler birbirlerini omuzlarından ve bellerinden tutarlardı. Şehirlerdeki aşağı sınıftan olan halk bile bu gibi kaba davranışlardan çekinirdi.
“Beylerin eşlerini bellerinden tutup, salonda son süratle fırıl fırıl döndürdüğü kamu baloları ancak 18. yüzyılın sonlarına doğru yer almaya başlamıştır. Valsin kendisi de aslında çabuk yapılan danslardan biriydi; iki adım atılıp bir zıplanıyor ya da dönülüyordu. (…) Ancak Weber 'Dansa Davet' (1819) adlı parçasında tempoyu bulduktan ve Josef Lanner ile 'vals kralı' Johann Strauss valslerini besteledikten sonra dans gerçek temposunu bulmuştur.
“Sadece müzik ve kareografi bakımından değil, her şeyden çok şehevi etkisi bakımından da yeni bir şeydi bu. Çiftler, polka ya da hızlı yapılan başka danslardaki gibi birbirleriyle yarış etmiyorlar, sıçrayıp durmuyorlardı. Erkeğin kolu eşini belinden sarıyor, kızın eli omzunda, baş başa dans ediyorlardı. Çabuk yapılan danslarda bu fiziksel temas bir sarılma hâline geliyordu. Öyle ki, böylece denge sağlanmış oluyor ve insan düşmekten kurtuluyordu. Bu gittikçe bir sarılış hâlini aldı. Çiftler birbirlerine dakikalarca sarılmış hâlde kalabilirler, gözlerinin içine bakabilirler, bir kadrildeki gibi eşini başka birine geçirmeden, yapılması gereken figüre dikkat etmeden süzüşürlerdi. Valste çift aslında tek bir vücut oluyordu. Duvar boyunca oturan anneler, kızlarını böyle mutlu bir hâlde bir gence sarılmış dans ettiğini görerek ve ertesi sabah nişanlanacaklarını umarak, sevinç içinde bakarlardı.” (Lewisohn, s. 249-50)
Peki o dönem bizim ecdadımız Osmanlı Avrupa’nın bu hâllerine nasıl bakıyormuş? Mehmed Said Halet Efendi 1803 yılında Paris’te elçi iken, saraya bir mektup yazmış. Kendisi Palais Royal Meydanı’nda bir yerlere gitmiş zira. Biraz sadeleştirerek aktaralım (Edhem Eldem, “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito: Osmanlı Özel, Sayı: 19, 1999, s. 189-99):
“Ezcümle dünyada her ne kadar Ermeni ve Rum var ise Müslümanlar eşcinseldir. ‘Bu nasıl ayıp şey, maazallah Frendistan’da olamaz, ama olsa o saat ateşte yakarlar, hem pek ayıptır,’ deyu işte işte cümlemiz bu düşüncedeydik. Meğer hiç ondan gayri maslahatları yok. Paris’te Pale Royal diye tabir edilen, bezestan gibi bir yer var. Ama gayet geniş, dört tarafı dükkan. Dükkanlarda çeşitli mallar var. Üstleri oda. Odalarda 1500 karı ve 500 oğlan var ki, kârları puştluğa münhasır. Gece gitmek ayıp. Gündüz sakınca olmadığından temaşasına vardık. İçeri girince, dört taraftan karılar ve erkekler gelenlere birer basma kağıt veriyorlar. İçinde şöyle yazıyor: ‘Şu kadar karım var, odam filan yerde, şu kadar akçe.’ Bir de ‘Şu kadar oğlanım var, yaşları şu kadardır, şu kadar akçe fiyatı var,’ diye basılmış kağıtlar var. Ve bunlardan gerek oğlan gerek karı frengi illetine uğrar ise, tımar etmek için devlet tarafından görevlendirilmiş hekimler var. Karılar ve oğlanlar her bir adamın dört bir yanını çevirip, ‘Hangimizi beğendin?’ diye beraber gezerler. Ve ‘Kibarı Pale Royal’e vardınız mı, karıları oğlanları beğendiniz mi?’ diye iftihar ederek soru sorarlar. [Mektubun] Burasını Hoca Abraham’a okursunuz. Elhamdülillah, memalik-i islamiyye’de bu kadar oğlan ve oğlancı yoktur.”
Boğaziçi Üniversitesi’nde hoca olan Eldem’e göre, eşcinselliği tabiata aykırı olarak nitelendiren dini kaynaklara rağmen, Osmanlı’da elit çevrede eşcinsellik yaygın imiş. Hatta toplumsal düzenin ve ahlâkın bozulduğundan bahseden kaynaklarda eşcinsellik önemli bir yer tutmuyormuş. Eşcinselliğin özellikle olumsuz bir nitelik kazanması, genellikle klasik “aktif-pasif” ayrımının “pasif” boyutu ile sınırlıymış.
Şimdi merak ettim; Osmanlı’da cinsel meseleler kimi zaman bizi şaşırtacak derecede normal karşılanırken, günümüzde karşılaştığımız hoşgörüsüzlük nereden kaynaklanıyor? Osmanlı’nın yeri geldiğinde dini işine uydurduğunu biliyoruz. O yüzden dinin toplumdaki etkisi, en azından, bizim sandığımız kadar değil. Günümüzdeki hoşgörüsüzlük artışı, dinin veya dincilerin Türkiye’de ağırlığını arttırmasından kaynaklanıyor olabilir mi acaba?
6 comments:
Ilginc bir deneme olmus :)
Butun o alintilari birebir kitaplara bakarak mi yaziyorsun? yoksa bir sekilde copy-paste durumu mu? Sanirim ilki, sabrin icin tebrikler.
Gunumuzdeki hosnutsuzlugun bence birden cok nedeni var, salt dinciler degil. Televizyodaki magazin programlariyla, abuk dizilerle, yazili basinla halkin gozune gozune sokulan yozlasma ve sanki bunun dogalmis gibi yansitilmasi, cogu degerlerimizi yitirmekte olusumuz, bazi kisisel hedeflere ulasnak icin seksi silah olarak goren 'kucuk' insanlarin cogalmasi...vb. Bazi insanlar bunlara karsi da tepkili, hosnutsuzlugun dincilik disinda nedenleri de var kanimca. katiliyorum demiyorum, sadece resmi tam olarak gormeye calisiyorum.
Kucuk bir ayrinti daha osmanli'nin son yuzyilini saymaz isek, imparatorlukta batiya oykunme halk bazinda yaygin olmadi kanimca. Diger bir deyisle dejenere, taklitci olunmamis. Olunmaya basladiginda cokus de baslamis. yada viceversa. (bknz: araba sevdasi recaizade mahmud ekrem). Oysa gunumuz turkiye sinde bihruzlar artik her yerde :(
ne kadar bastirilmaya çalışılırsa çalışılsın cinsellik gibi temel insani bir duyguyu bastırmak zor, cinsellikle arasına yüzyıllardır oldukça mesafe koymaya çalışmış, arap dünyasının edebiyatı bile, dünya cinsel edbiyatının en güzel ve erotik ürünlerini vermedi mi bize :)
Bijou; Sen de sağolasın. İlki doğru, copy-paste yapmıyorum. Zaten yazarken kitap ve dergilerden alıntı yaptığım için künye veriyorum. Hoşnutsuzluğu bence en önde geleni dinsel olanı. Bahsettiğin şeyleri, yani magazin programlarını, dizileri ben de sevmiyorum. Ancak bizim dinciler sadece bunlara karşı hoşgörüsüz değiller. Kendileri gibi düşünmeyen insanlara karşı da hoşgörüsüzler. Diğer yandan, Osmanlı’da batılılaşma, dediğin gibi, halk ile ilişkili değil, yöneticilerden ve aydınlardan geliyor. Kemal Tahir’in notları arasında “Batılaşma” diye bir kitabı olacaktı. Aldık da, daha okuyacağız işte …
Gaykedi; Emin ol, o kapalı Arap toplumlarında cinsellik namına kim bilir neler dönüyordur. En basit kadın-erkek ilişkisini bile yasaklayan adamların arasında cinselliği bastırmak ya da onların istedikleri gibi korunmak, bence ancak hadım ile olur. Yani meseleyi kökünden halledeceksin :)
Bence toplumu dinciler-laikler diye ikiye ayirmak hata, hatta (kabul bende o tabiri kullanicagım)onlarin ekmegine yag surmektir. karsı tarafı mesrulastırıyorsun bı sekılde.
konu 'hosgorusuzlukse', bizde onlara karsi hosgorususuz. ozelestırı sart. klasık laftır, ozgurluk baskasının hayatına mudahele yaptıgın yerde biter. yuksek sesli homurdanmaları cok da kaale almamak gerekır, olay fızıksel mudahaleye dokuldugunda ancak tavır sert olmalı. en guzelı testı kırılmadan onlem almak ama bu pek mumkun gorunmuyor...
biz şuan dinimizi yaşayabiliyorsak bu Atatürkün sayesindedir. bunu unutacak kadar nanköroolmak tuhaf. Ayrıca o beğenmediğiniz Atatürkü Allah seçti yerine başkasınıda seçebilirdi ama kurtulmamıza onu vesile kıldı bu kadarını düşünemiyorsanız Allah aşkına müslümanım demeyin.
İlişkimi kurtardığı için Dr Ajayi'ye teşekkür etmek için buradayım. dört yıldır çıkıyoruz, 39 yaşında ve 32 yaşındayım. Erkek arkadaşım her zaman çok sevecen ve sevecen olmuştur, birkaç ay önce nişanlandıktan sonra beni nişanlısı olarak tüm aile üyeleri ve arkadaşlarıyla tanıştırdı. Rüyalarım bir anda kabusa dönene kadar düğün tarihimizi çoktan belirlemiştik. Düğünümüze sadece birkaç hafta kala nişanlım değişti, sırf benden bıktığı için artık ilişkiyle ilgilenmediğini söyledi ve bunun eski kız arkadaşının ona yalvarması yüzünden olduğunu biliyordu. Bunca zaman geri gel ama onun tuzağına düşmeyeceğini söyledi, ama bittiğini ve sebebinin o olduğunu bildiğinde. Bütün gece ve gündüz kalbimi ağlayarak nişanlıma geri dönmesi için yalvardım çünkü düğünümüzü çoktan ayarlamıştık ama o, büyü yapan Dr Ajayi'yi duyana kadar reddetti, onunla temasa geçtim ve bana ne yapacağımı söyledi, bazılarını atacağını söyledi. büyüler ve nişanlım büyüden 3 gün sonra geri gelecek. Büyüden birkaç gün sonra, Dr Ajayi'nin söz verdiği gibi nişanlım evimdeydi, üzgün olduğunu ve başına ne geldiğini bilmediğini söyleyerek onu affetmem için dizlerinin üzerinde bana yalvarıyordu. Dr Ajayi'ye ilişkimi kurtardığı için teşekkürler, artık evliyiz. Herhangi bir büyü çalışması için bir büyü tekerine ihtiyacınız varsa, güçlü manevi adam Dr Ajayi ile Viber / Whatsapp: +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com ile iletişime geçin.
Post a Comment