Saturday, April 21, 2007



"SEVGİLİYE MEKTUPLAR"

“Sol”dan devam ediyoruz. Bu defa elimde ünlü Marksist teoriysen ve siyasetçi Rosa Luxembug’un sevgilisi Leo Jocighes’e yazdığı mektuplardan derlenen bir kitap var (“Sevgiliye Mektuplar”, Çeviren: Nuran Yavuz, İstanbul: Kaynak Yayınları, 3. baskı, 1992. Kitabın yeni baskısı geçen yıl Agora Kitaplığı’ndan çıkmış). Luxemburg’un çoğu kitabı Türkçe’ye çevrildi. Bunların arasında en önemli teorik çalışması “Sermaye Birikimi” de bulunuyor. Bu kitabında emperyalizmin nedenlerini açıklamaya girişir kendisi. Ancak teorik ve siyasî meselelerdeki görüşlerine girmeyeceğim.

Luxemburg iyi hâlli bir orta sınıf Yahudi ailesinin beşinci çocuğu olarak 1871 yılında Varşova’da doğar. Akıllı ve bağımsız kişilikli bir öğrencidir. O dönemin Rusya Polonya’sındaki kısıtlayıcı rejime karşı gelerek sosyalistlere katılır. 1889 yılında tutuklanmamak için Polonya’yı terk eder ve Zürih’e gider. Orada üniversiteye kayıt olur ve Polonya üzerine bir doktora tezi yazar. İşte o dönemde Litvanya asıllı Leo Jocighes ile tanışır. Devamını kitaptaki sunum yazısından aktaralım:

“1890’da Zürih’te karşılaştıklarında Jocighes 23, Luxemburg 20 yaşındaydı. Çok güzel değildi, ama kadınlığıyla, gücüyle, aklıyla erkekleri kendisine hayran bırakan bir kişilikti Luxemburg. Orantısız denecek kadar geniş gövdesi, kısacık çocuksu bacakları görünümünü bozuyorsa da, kendi kendisiyle alay etme yeteneği sevimliliğini bir kat daha arttırıyordu. Gür, parlak kahverengi saçların altında pırıl pırıl parlayan kara gözleri ve tutkulu mizacıyla kadın-erkek tanıştığı herkesi kendine bağlıyordu. Jocighes’i görür görmez âşık oldu. İçin için yanan hayal gücü ve kendini beğenmiş hâliyle bir Dostoyevski kahramanına benziyordu Jocighes. Zaman, bu ilk izlenimi yıpratmadı. Yaşamı boyunca Jocighes, Luxemburg’a kafaca meydan okuyan ve cinsellik yönünden onu avucunun içinde tutabilen tek erkek olarak kaldı. Jocighes onda hem kafaca hem de bedence aç bir kadın buldu. Her ikisine de cevap verebilmek hoşuna gitti, bir egemenlik duygusu tattırdı Jocighes’e.” (s. 17)

1894’de şöyle yazmış Luxemburg (Jocighes’e sevimli oğlan çocukları için kullanılan “dyodyo” kelimesiyle hitap ediyor):

“Otelimdeyim; masa başına oturmuş, bildiriyi yazmaya uğraşıyorum. Dyodyo, bir tanem! Canım çalışmak istemiyor! Başım çatlayacak gibi, sokakta inanılmaz bir gürültü, oda berbat … Dayanamıyorum! Senin yanında olmak istiyorum! […]

“Dyodyo! Hiç bitmeyecek mi bütün bunlar? Sabrım tükenmeye başladı; işlerden değil, senin yüzünden! Neden buraya gelmedin ki! O tatlı dudaklarından bir öpebilseydim, bütün bu işler vız gelirdi bana. Bebeğim, bugün, Warskilerde bildiriyi tartışırken, tam orta yerinde, öyle bir ezildi ki ruhum, seni öylesine özledim ki, az kalsın çığlık çığlığa bağıracaktım. Korkarım o dostumuz şeytan - hani o Cenevre'deki, Bern'deki - bu gecelerden birinde yine kanıma girecek ve beni doğruca Doğu Garı'na, Dyodyo'ya, benim Dyodyo'ma, Çuçya'ma, benim biricik dünyama, beni kendi hayatıma geri gönderiverecek!

”Oyalanmak için, sana geldiğimi düşlüyorum, Warskilerle vedalaşıyorum; düdük sesi, tren hareket ediyor ve yoldayım! Tanrım, sanki bu Alp dağlarını bizi birbirimizden ayırmak için aramıza dikmişler! Dyodyo, tren Zürih garına girdiğinde, sen beni bekliyorsun. Kendimi güç bela trenden aşağı atıp, kalabalığın arasında beni beklediğin giriş kapısına koşuyorum. Ama sen orada öylece durmalısın, bana koşma, ben sana koşacağım!

“Hemen oracıkta öpüşmeyeceğiz ya da başka bir şey yapmayacağız, o zaman her şey bozulur, konuşmayacağız da. Hızlı hızlı eve yürüyeceğiz, arada bakışarak, nasıl bakışırız bilirsin, bir de gülümseyerek. Evde kanepeye oturup kucaklaşacağız ve ben hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayacağım, şimdi yaptığım gibi.” (s. 44-5)

Aynı şekilde bir tane de 1899 yılına ait bir mektuptan aktaralım:

“Dyodyo, şu vatandaşlık işini bir hâlledebilsen. Şu doktoranı bir bitirsen ve benimle kendi evimizde açıkça birlikte yaşasan artık. İkimiz de çalışacağız ve mükemmel bir yaşamımız olacak! Dünya yüzünde hiçbir çifte bizim elimizdeki fırsat tanınmadı. Biraz iyi niyetle mutlu oluruz, olmalıyız. Yalnızca ikimiz; birlikte yaşayıp birlikte çalışırken mutlu olmadık mı kaç kez? Weggis’i anımsa, Melide’i, Bougy’i, Blonay’i. Yalnız olduğumuzda, uyum içinde, bütün dünya vız geldiğinde, anımsa. Gün geçtikçe en küçük bir müdahaleden korkuyorum. Weggis’teki son günleri hatırla. Ben ‘Adım Adım’ı yazıyordum (o küçük başyapıtı her zaman büyük bir gururla anıyorum!) Hastaydım, yatakta yatıyordum, sinirliydim ve sen ne anlayışlı, ne sevgi doluydun. Beni yatıştırdın, o yumuşacık sesin hâlâ kulaklarımda. ‘Hadi bakim, hadi, sakinleş. Her şey yoluna girecek.’ Hiçbir zaman unutmayacağım. Ya da, hatırlıyor musun, Melide’ki öğleden sonraları. Yemekten sonra balkonda oturur, o kapkara kahveyi içerdik. Yakıcı güneşin altında, ter içinde ve ben elimde Yönetim Kuramı’nın notlarıyla bahçede gezinirdim. Ya da, hatırlıyor musun, nasıl bir Pazar günü bahçeye çalgıcılar gelmişti, bizi bir türlü rahat bırakmamışlardı da Maroggia’ya yaya gidip yaya dönmüştük. Ay San Salvatore’nin üzerinde yavaş yavaş yükseliyordu ve Almanya’ya gidişimi konuşuyorduk tam o sırada. Durduk. Yolda, karanlıkta sıkıca sarıldık birbirimize, dağların ardında yükselmekte olan yeni aya baktık. Hatırlıyor musun? Gecenin kokusu hâlâ burnumda. Ya da, hatırlıyor musun, akşamları 8:20’yle Lugano’dan gelirdin, elide zerzevatlar – ben lambayı kaptığım gibi merdivenlerden aşağı koşardım – paketleri birlikte yukarı taşırdık. Sonra ben onları boşaltırdım. Portakalları, peynirleri, salamları, pastayı masanın üzerine koyardım. Biliyor musun, o küçük masadakiler kadar muhteşem yemekleri belki de hiç yemedik. Balkon kapısı açık olurdu. Bahçenin kokuları odaya dolar ve sen büyük bir dikkatle tavada yumurta pişirirdin. Uzaktaki karanlık Milano trenleri, köprünün üzerinden gök gürültüsü gibi geçer giderdi …

“Ah, Dyodyo, Dyodyo! Çabuk ol, gel artık. Bütün dünyadan gizlenelim. İkimiz iki küçük odada, biz bize çalışır, biz bize pişiririz. Öyle hoş, güzel bir yaşamımız olur ki! […] ” (. 119-20)

Luxemburg’un özlemi mektuplarında ne kadar da aşikâr. Ancak ikisi arasındaki ilişki sakin ve duygusal açıdan uyumlu değildir pek, inişler ve çıkışlarla doludur:

“Ödün, hoşgörü nedir bilmezdi Rosa Luxemburg. Oysa her ikisi de ötekinden küçük de olsa bir ödün koparabilmek için elinden geleni ardına koymadı – belki âşkı, belki de iktidarı kanıtlamaya çalıştıkları için. Boyun eğmek farklı zamanlarda farklı anlamlar taşıdı onlar için; başkaldırı da öyle. Boyun eğmek sevginin bir kanıtı olabilirdi; başkaldırıysa tam tersi, ama bazen karşı tarafta suçluluk duyguları uyandırıp dizginleri ele geçirmek için de kullanılabilirdi pekâlâ. Onlar durmaksızın birbirlerinin bağımsızlığı üzerinde hak iddia ettiler. Oysa bağımsızlık her ikisi için de kutsaldı. Özgür kılmakla başıboş bırakmak arasındaki özenli dengeyi hiçbir zaman kuramadılar. Hem kafaca hem de duygusal olarak birbirlerine gerek duymalarını sevginin önkoşulu diye kabullenmek yerine, kısıtlanma olarak gördüler hep. Birbirlerine biraz olsun soluklanma hakkı tanımak için kendi kendileriyle sürekli boğuştular, ama iş bu hakkı vermeye gelince cimri ve kıskançtılar.” (s. 12)

Fırtınalı ilişkileri yüzünden Luxemburg ve Jocighes 1905’de ayrılırlar – 15 yıl sürmüştür ilişkileri. Ancak devrim düşleri için birlikte çalışmayı sürdürürler. Luxemburg’un başka âşk hikâyeleri de olur, ama bunlar küçük ve önemsizdirler. Kendisi Jocighes’e, onun sevgisine ihtiyacının olmadığını, bu olmadan da yaşayabileceğini söylemesine rağmen bunu beceremez. Yıllarca önce bir karşılık görememenin kızgınlığı içinde şöyle haykırmıştır: “Seni öldürebilirim!” O zamana dek hemen hemen tüm mektuplarında aşkını çok açıkça belli eden hitaplar kullanır. Birkaçı şöyle: "Aşkım, biricik hazinem benim"; "en sevgili sevgili, bir tanem"; "Dyodyuşka, altınım"; "sevdiceğim, iyi kalpli, iyi huylu bir taneciğim"; "benim altın Dyodyuşka'm!"; "sevgili çocuk"; "seni gidi biricik maymun". Ayrılmalarında sonra yazışmaları sürmesine rağmen ifadeler “maymuncuğum”dan “sayın Jocighes”e dönüşür. 1915 yılında Luxemburg tutuklanır ve 1918’e kadar bu hâlde kalır. Kitap metninden devam edelim:

“Aralarına hapishane parmaklıkları girdikten sonra Jocighes ile yeniden yakınlaşırlar. Jocighes onun gereksinimlerini karşılıyor, Luxemburg karşılık veriyordu. Jocighes yeniden hayatına girdi. Onları yakınlaştıran her zaman olduğu gibi siyaset ve bir de Luxemburg’un her şeyin daha kaybedilmediği doğrultusundaki sonsuz inancıydı. […]

“Luxemburg koyuverildikten bir gün sonra, 10 kasım 1918’de Berlin’e geldi. Jocighes ölümüne kadar onun yanında kaldı. Fırtınalar ve kinler geçmişte kalmıştı. Dostlukları, ruhsal beraberlikleri bütün sınavları başarıyla geçmişti. Şimdi birlikte gençliklerinin tek düşü adına, devrim için savaşıyorlardı. […] ” (s. 280-1)

Ancak I. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Avrupa’daki bütün sosyalistler büyük bir hevesle savaşı desteklerler. Luxemburg’un iç ve dış dünyası parçalanmıştır, günlerinin sayılı olduğunu düşünmektedir. 14 Ocak 1919’da yayınlanan son yazısının başlığı alaycıdır: “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor”. Sürdürülmesi için sürekli kan döküldüğü ve katliam yapıldığı bu “düzen” demektedir, “kaçınılmaz biçimde tarihsel sona doğru ilerliyor – toptan yok olma.” Halbuki çok zaman önce, 1899’da, gelecek için umutları olan 29 yaşındaki Luxemburg, Jocighes’e şöyle yazmıştır:

“Mektubunun en çok neresini sevdim, biliyor musun? İkimizin de kişisel yaşamımızı örgütleyebilecek kadar genç ve yetenekli olduğumuzu söylediğin yeri. Ah, Dyodyo, altınım, bir de verdiğin sözleri tutabilsen! … İkimize ait küçücük bir kat, güzel eşyalarımız, kütüphanemiz, sakin ve düzenli bir çalışma biçimi, birlikte yürüyüşler, arada bir opera, arada yemeğe çağırabileceğimiz küçük, çok küçük bir dost çevresi, her yıl köylerde yaz tatili, bir ay, hiç çalışmadan! … Ve belki de küçük, küçücük bir bebek? Bunlara hiç izin verilmeyecek mi? Hiç mi? Dyodyo, biliyor musun, Tiergarten’de yürürken birdenbire aklıma ne geldi. Abartmıyorum! Birdenbire, üç-dört yaşlarında, sarışın, tertemiz giydirilmiş bir çocuk ayaklarıma dolanıverdi. Durmuş bana bakıyor. Al kaçır dedim kendi kendime; al eve götür, senin olsun. Ah, Dyodyo, benim de bir çocuğum olmayacak mı hiç?” (s. 119)

Maalesef, Luxemburg’un bu düşü hiç gerçekleşmez. Weimar Cumhuriyeti kargaşa içerisindedir. Yeni bir devrimci dalga yayılmaya başlamıştır Almanya’da. Luxemburg isyancıları cesaretlendiren yazılar yazar. Buna karşılık olarak, sosyal demokrat lider Friedric Eber, savaştan dönen Alman askerlerinden oluşan gerici ve milliyetçi milis kuvveti Freikorps’u yükselen dalgayı bastırmak için kullanır. 15 Ocak 1919 günü Berlin’de milis kuvveti tarafından yakalanır Luxemburg. Önce kafasına bir dipçik darbesi alır … yere düşer. Ardından başına bir kurşun sıkılır. Cesedi ise bir kanala atılır. Katilleri olan Freikorps kısa bir süre sonra Hitler’in hücum taburlarına katılırlar. Jocighes Berlin’de kalmanın kendi sonu olacağını bile bile kentten ayrılmayı reddeder ve Luxemburg’un katillerini arar - hak yerini bulmalıdır. Ne yazık ki, iki ay sonra o da öldürülür. Luxemburg’un cesedi yaklaşık dört ay sonra, mayıs ayında Landwehr kanalında kıyıya vurur. Olaya karışan bir Freikorps üyesine iki sene hapis cezası verilir. Diğer katiller ise serbest bırakılır.


Bugün Berlin’de Rosa Luxemburg ve aynı gün onunla birlikte öldürülen Karl Liebknecht ile diğer sosyalistler anısına bir anıt mezar bulunuyor. Ne yazık ki, zamanında mezarlığı kirleten Naziler yüzünden Luxemburg ve Liebknecht’in cesetleri mezarlıktan kaybolmuş.

Kim bilir öldürülmeden önceki son anında ne düşünmüştür Luxemburg? Yere düştüğü o esnada? Bebek düşü aklına gelmiş midir hiç?

Bertolt Brecht’in Rosa Luxemburg için yazdığı şiir ile bitirelim (Epitath – 1919):

Red Rosa now has vanished too.
Where she lies is hid from view,
She told the poor what life is about,
And so the rich have rubbed her out.
May she rest in peace.

3 comments:

gaykedi said...

Ahh faşistler ahh, kene gibi her yerdeler ! dün berlin, bugün malatya, yarın istanbul .(

exitus said...

teşekkürler guzel bır yazı paylastıgın için sağol
bırde belgeselı vardır.
son sahnede öldürüp denize atılışları içimi burkan bir andır

bliyaal said...

Sağolasın. Belgeselinin olduğunu bilmiyordum.