Tuesday, April 24, 2007


HİTLER İLE MÜLAKAT

Nazilerden devam ediyoruz. İkinci Dünya Savaşı yılları ... Türkiye savaşa girmemiş, ancak yarı resmi yollardan Nazilerle ilişki içindedir. Naziler Türkiye'deki faaliyetlerini üç merkezden yürütmektedir. Alman Lisesi: Nazi yanlısı hocalar üç bin kişilik Alman topluluğuna ve Türk öğrencilere propaganda yaparlar. Teutonia Kültür Merkezi: Nazi bayrağı ve amblemleri altında toplantılar düzenlenerek propaganda yapılır ve Nazilerden kaçan hocaların üniversitelerde görev alması engellemeye çalışılır. Alman Arkeoloji Enstitüsü: Anadolu içlerine sözde kazı yapmaya gidilerek casusluk faaliyetlerini düzenlenir.

Ancak Nazi faaliyeti bunlarla sınırlı değildir. Almanya'nın doğu cephesini sağlama almak için giriştiği faaliyetlere, Rusya'ya karşı olan ve doğudaki “esir Türkleri” kurtarmak isteyen ve Türkiye'de yeni yeni boy atmakta olan ırkçı-Turancı hareket de destek vermektedir. Bu hareketin bu ilk nüveleri Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Hikmet Tanyu ve Reha Oğuz Türkkan gibi ırkçılar önderliğinde örgütlenmekte ve devlet bürokrasisinin üst kademelerinden destek görmektedir.

Hitler'e "Führer" diye hitap eden subaylar; Enver Paşa'nın Bolşeviklere karşı savaşan, iki yılda bir Nazileri ziyaret eden, Ribbentrop ve Goebbels gibi Nazi kurmaylarıyla bizzat görüşen kardeşi Nuri Dilligil; başbakan Saraçoğlu’nun ağzından anti-bolşevik propaganda; faşistlerin evlerde yaptıkları kafatası ölçümleri; İstanbul Üniversitesi önünde Nazi rozeti dağıtan Türk faşistleri vs.vs. dönemleri.

1941 yılının ekim ayının ikinci haftası başlarında Genelkurmay’dan bir emir yayınlanır. Alman Orduları Başkomutanlığı’nın daveti üzerine bir Türk askerî heyeti doğu cephesini ziyaret edecektir. Heyette Harp Akademileri komutanı korgeneral Ali Fuat Erdem ile Bükreş ateşemiliter vekili kurmay yüzbaşı Kenan Kocatürk vardır. Heyete emekli general Hüsnü Emir Erkilet asker yazar olarak refakat edecektir. Erkilet zamanında Yıldırım Orduları Grubu’nda kurmay başkanlık görevinde bulunmuş bir subaydır.

Heyet en geç 15 Ekim 1941 günü Bükreş’te toplanacak ve Alman Orduları Başkomutanı Hitler’in hazırladığı programa göre buradan geziye başlayacaktır. 17 Ekim günü doğu cephesine gidilir. Seret nehri üzerinde Rumenlerin savunma tesislerinde bazı askerler görülür. Heyet daha sonra Purut’u geçer ve Tigina’da (eski Osmanlı kalesi) Dördüncü Romen Ordusu karargâhında misafir olarak kalır.18 Ekim sabahı otomobillerle doğu cephesine hareket edilir. Cephe gezisi 16 gün sürer.

Daha sonra Erkilet burada gördüklerini kitap hâline getirir (Şark Cebhesinde Gördüklerim, İstanbul: Hilmi Kitabevi, 1943). İşin ilgiye değer yanı, Erkilet’in Ukrayna’daki Werewolf adlı karargâhında Hitler ile bir görüşme yapmış olmasıdır. Bir kısmını kitaptan aktarayım:

“Bay Hitler’in uzattığı eli sıkarken, lütfettiği çok kıymetli davetten dolayı kendisine teşekkür ettim. Ondan sonra harita masasına yarım döndü. Aynı zamanda gözlerimizin içinde bir şey arar gibi bakıyordu. Koyu gözleri ve alnına düşen kâkülüyle, resim ve filmlerde göründüğünden daha tatlı, daha canlı ve insana daha yakındı. Hareket ve edasında hiçbir yapmacık yoktu. Cenup şivesi, onun çok mazbut ve mükemmel Almancasıyla, orijinal tok sesine tam bir hususîlik veriyordu. Führer bünyece çok dinç görünüyordu.” (s. 218-9)

Ruslar hakkında Hitler şunları söylemiş:

“Führer sözlerine takriben şöyle devam etti: ‘Biz Napolyon’un yaptığını tekrarlamak istemiyoruz. Moskova’ya, oradan tekrar çıkıp dönmek için girmek niyetinde değiliz. Moskova’ya daima kalmak için gireceğiz. Sovyetler Birliği katiyen imha edilmelidir. Bolşeviklerin dış politikası, Rusların eski dış siyasetlerinin aynıdır. Onlar hep o eski Rus ihtilâli emellerini ve tarihi Çarlık emperyalist amaçlarını güdüyorlar. Onların maksadı yalnız komünizmin Avrupa’ya yayılması değildir. Onlar Avrupa’yı hükümlerine alarak, burada eski medeniyet namına her ne varsa kökünü kazımak istiyorlar. Molotof, Berlin’i ziyaretinde bize Rusya’nın Boğazlar üzerindeki emellerinden bahsetmişti.

“Ruslar Avrupa’yı hem siyaseten hem de Bolşeviklik ideallerini yaymak için istilâya hazırlanmışlardı. 160 milyon insanı en âdi ve sefil bir yaşayış seviyesine indirmek pahasına bütün kuvvet ve gayretlerini silâhlanmaya sarf ve hasretmeleri işte bunun içindir. […]

“ […] Biz Ruslarla, en evvel kendimizi korumak için harbediyoruz. Biz harbimizle Avrupa’yı da muhakkak bir tehlikeden kurtardık. Zannederim size de hizmet ettik. Bizim anti-komitern mücadelemize hemen hemen bütün Avrupa milletleri katılmıştır. Bunların aralarında, hatta hükümetlerinin müsaadesi olmadan gelen gönüllü millî teşekküller bile vardır. İspanya’dan, Danimarka ve hatta Fransa’dan bile gönüllü lejyonlar geldi. Bu, Avrupa milletlerinin Bolşeviklik tehlikesini tamamıyla sezmiş ve anlamış olduklarını gösterir.

“Sovyetlerin dış siyaseti eski Rus siyasetidir. Fakat Rusya artık Avrupa’ya bir tehlike teşkil etmeyecek kadar zayıflamıştır. İngilizlerin cenuptan Boğazlar’a gelmeleri de artık imkânsızdır. Bunun için daha bir müddet Girit adasını elimizde tutacağız. Fakat biz orada daima kalacak değiliz. Lüzumu kalmayınca oradan çekileceğiz (Bay Hitler, Girit’ten çekildikten sonra burasının kimlere terk edileceğini tabiatıyla söyleyemezdi). Biz Boğazlar’ın bize rakip olacak üçüncü bir devletin elinde olmasını istemeyiz. Biz Boğazlar’a daima Türkiye’nin bekçilik etmesine taraftarız.” (s. 222-3)

“Hitler ‘Türkiye’nin mümessillerini karargâhının mahrem bir yerinde kabul ederken, eski silâh arkadaşlığı duygularını halihazır vaziyetin icaplarının üzerinde tuttuğunu’ ve ‘buraya müttefiklerden başka ilk gelen ve giren yabancıların’ biz olduğumuzu sözlerine ilâve etmiştir. Bundan başka, Führer’in ehemmiyetle ifade etmek istediği noktalardan birisi de ‘bu savaşın geçen harbin bir devamı olduğu ve geçen harpten zararlı çıkanların kayıplarını bu harpte telâfi edebilecekleri’ mülâhazası olmuştur.

“Alman Führer’i bütün bu ehemmiyetli ve çok değerli sözleri, gözlerimizin içinde akislerini arayarak, çok yüksek, güzel ve tatlı bir ifade ile söyledi. Biz de nihayette kendisine bizi kabul ederek izahatta bulunmak lütfundan dolayı teşekkürde bulunarak ayrıldık. […] ” (s. 227-8)

Kitabın sonunda “Berlin’den Vatana Dönüş” başlığı altında Erkilet teşekkürlerini sunarken şöyle yazmış (İnönü’nün olduğu son paragraf ibretlik … ):

“Ertesi gün Almanya’nın sayın Ankara büyükelçisi von Papen nâmına ateşemiliter General Roede tarafından Ayazpaşa Parkoteli’nde öğle yemeğine davet edilmiştik. Alman büyükelçiliğinin İstanbul’daki başlarının da hazır bulundukları bu ziyafet, bizi Doğu cephesini görmeye davet ederek 22 gün misafir eden Alman hükümetinin hakkımızda gösterdiği son bir nazik ve asil saygı ve iltifat olmuştu. Gerek bu ziyafetinden ve gerek Doğu cephesini görmeye beni davet ettirmiş olduğundan dolayı, benim kadar memleketimin de eski ve yeni bir dostu olan sabık Alman başvekili ve şimdi Ankara büyükelçisi Ekselâns von Papen’e burada teşekkürlerimi sunmayı bir daha borç bilirim.

“Şüphesiz büyük sefirinin teklifi üzerine, beni evvela Doğu cephesinin cenup kısmını görmeye ve ondan sonra harp karargâhında kendisini ziyaret etmeye müsaade ve davet eden Alman Führer’i ve umum Alman kuvvetleri başkomutanı Ekselâns Adolf Hitler’e burada teşekkür etmeyi ayrı bir vazife addederim.

“Üç hafta süren harp tetkik seyahatimiz esnasında cephede, başkumandanlık karargâhında, Berlin’de ve Romanya’da şahıslarımıza karşı gösterilen itibar, saygı ve sevgi, ulu milletimizle onu yüksekte tutan Büyük Şef İnönü’ye ve millî siyasetimizi büyük bir dirayet ve dürüstlükle döndüren hükümetimiz ait ve râcidir. Bu yüzden bütün seyahat esnasında göğsüm iftihardan kabarık, alnım yüksek ve yüreğim ferahtı. Dönerken de, yabancı diyarlarda çok sayıldığını gördüğüm memleketime sağ ve salim kavuşmuş olmaktan duyduğu sevinç ve hoşluğu tarif edemem.

“Ne mutlu Türk olana … ” (s. 246-7)

Erkilet aynı zamanda Cumhuriyet gazetesinde yazmaktadır. Ancak o dönemlerde gazete, şimdinin Atatürkçü Cumhuriyet gazetesi değildir. Nadir Nadi, Peyami Safa, Abidin Daver gibi yazarlarıyla Nazi yanlısı yayın yapmaktadır. Anti-faşist yayın yapan tek gazete Tan’dır. Onun da başına gelenleri yazmıştım. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, sanırım Niyazi Berkes’in anılarında idi; Peyami Safa bir defasında radyoda Hitler’in konuşmasını dinlerken düşüp bayılmış - Hitler’in o hararetli üslubundan olsa gerek. İşin matrak yanı, Safa hiç Almanca bilmiyormuş.

Bu arada, yukarıda şu Türk-Alman anlaşmasına ait resimde, Türk bayrağının olduğu sağ tarafta oturan gözlüklü adam Mehmet Barlas değil mi? Ne işi var onun orada yahu? Dikkat ederseniz, en tepede de Atatürk’ün resmi var. Hayli ilginç, değil mi? Yalnız, yukarıda Hitler’in ve Goering’in olduğu son resim o dönemki Nazi ruhunu ve heyecanını gerçekten çok güzel yansıtıyor.

Konu için ilginç bir roman: Rıdvan Akar, “Bir Irkçının İhaneti”, İstanbul: Doğan Kitap, 2002.

1 comment:

gaykedi said...

İnönü' nün ikinci dünya savaşında her iki taraf arasında denge unsurunu gözetmesi zekice, faşistler de kazanabilirdi savaşı, ama kazanamadılar ve savaş sonrası İnnönü tarafından tasfiye edildiler üzerlerinde ki baskı arttı ve dışlandılar...

ve tabi yarım yamalakta olsa demokrasiye geçmek zorunda kaldık şartlar gereği...faşistler kazansaydı İnönünün türk faşizmine oynayacağı hep söylenilir durur zaten... Nadir Nadi' ye Nadir "Nazi" ismi takılmış bir ara :)

bu ara da ekonomiden çok anlamam ama Deniz Gökçe bu konudan çok anlamayan bana bile okutmayı başarıyor yazılarını, kendileri ekonomiden ne kadar anlar orasını bilemem ama yazılarını eğitici buluyorum....

bugün gene ilginç birşeyler yazmış ekliyorum efendim;


Ülkemizde ekonomi ile siyaset birbirinden boşanmadıkça çağdaş bir toplum olamayız. Birey kendi siyasi görüşüne göre ekonomik değerlendirme yapar. Bu en doğal hakkıdır. Ama toplum ve medya ekonomiyi ekonomiye göre değerlendirmek zorunda. Siyasete göre değil. Siyasi ekonomi değerlendirmeleri yanılmaya mahkumdur. Yanılıyor da!

Geçmişte vatandaş siyasi ekonomi yorumları nedeni ile sürekli kriz beklentilerine itilmekte idi. 2001 krizi siyaset kaynaklı, büyük bir toplumsal panik nedeni ile gerçekleşmişti. Dünyada kriz yoktu. Sadece bizde vardı. Kolayı seçtik hep yabancıları suçladık.

2006 dalgalanması dünya çapında bir dalgalanma idi, burada da siyasi nedenlerle içerideki hükümeti suçladık. Tekrar edeyim, salt siyasi nedenlerle!

Ancak 2007 dalgalanmasında vatandaş ve yabancıların hiçbiri kıpırdanmadı. Çünkü hem vatandaş hem de yabancılar da artık bizim kısır kavgalarımızın anlamsız olduğunu anlamış ve kimse kıpırdanmadığı gibi ülkeye sürekli kalıcı doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapmaya başlamıştı. Medya kendi paranoyası ile yalnız kaldı.

Bu süreçte medyada vatandaşı, “hot money”, “carrey trade”, “hedge fund” gibi anlamadığı ama korkması gerektiği empoze edilen kavramlarla paronoid hale getirmiştik. Onlar da sonunda bıktılar ki cumhurbaşkanlığı aday seçimi sonrasında vatandaş ve piyasalar nerede ise sıfır reaksiyon verdi. Galiba vatandaş yanlı medya çağırtkanlarını ve yüzeysel siyasi değerlendirmeleri iyice iskonto etmeye başladı.

Bu ülkede esas sorun başka: Eğer bazı laikler ile bazı dindarlar arasındaki kavgalar büyütülürse, uzlaşma değil kavga olursa, laik taraf kazanamaz, çünkü azınlıktadır. Laik taraf ile dindar kesim arasında gerçek uzlaşma yapılması bu ülkenin en büyük gereksinmesidir. Unutmayalım, askeri darbe de uzlaşma değil, tersine silahlı kavgadır, her darbeden sonra da sağ oy büyümektedir.

Unutmayalım, laik Batı demokrasilerinde de Hıristiyan siyasi partileri vardır. Okulların bazıları da kilise tarafından yönetilir.

Bu satırları bir laik yazmakta!