Friday, April 13, 2007


KADIN SAÇI VE BİR YAZININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Londra’ya gitmeden önce her hafta perşembe günü Cumhuriyet, cuma günleri de Radikal gazetesi alırdım. Her ikisinin kitap eklerini takip ederdim. Türkiye’ye geldikten sonra ilk defa dün Cumhuriyet gazetesi aldım. Cumhuriyet her zaman için pahalı bir gazete idi. Ben almayalı ise iyice pahalılaşmış.

Kitap ekindeki söyleşilerinden biri ilgimi çekti. Söyleşi kadın saçı üzerine bir kitap yazmış olan Yıldız Cıbıroğlu ileydi. Yazara göre kadınların önce ipi, ardından düğümü, örgüyü ve dokumayı keşfetmesi, kadınların aynı zamanda evrensel yaşam ağını ve kişinin yazgısını da dokuduğuna inandırmış insanları. Daha sonra üretimde bolluk olması için büyü yapmayı öğrenen kadınlar, bu sayede soyutlamaya ve kurgulamaya geçerek güç kazanmışlar. Böylece kadın saçı gücün ve bolluğun simgesi olmuş. Tüm büyülü bağlar, ipler, yılanlar tanrıçanın başındaki saçların yerini almış. Kadın saçı giderek erkek cinselliğini denetleyen, tutsak eden, yeri geldiğinde öldürebilen büyülü bir güç hâline gelmiş.

Zamanında üniversitenin ilk yılında okula uzun saçları ile giden biri olarak bir hayli ilgimi çeken söyleşinden bazı kısımları aktarayım dedim:

“Kadınlar kırk beş bin yıl önce ipi bulmuşlar, sonra dokumaya geçmişler, ama Tunç Çağı’na (İ.Ö. 3200) kadar saçlarını gizleme gereği duyan kadın yok. Kaya resimlerine, heykelciklere bakarak bunları söyleyebiliyoruz. Hiçbir kadın bir örtü dokuyup saçını gizlememiş. Kostenki’de (Rusya) bulunan heykelcikteki kadın bitkisel elyaftan olduğun tahmin edilen şapkayı kabaca otuz bin yıl önce yapıp başına geçirmiş, ancak saçını gizlemek için değil, icadıyla övünmek ve kendi üstünlüğünü göstermek, ayırt edilmek için. Zaten gövdesi tamamen çıplak, henüz giysi yok. Bir başka kadın heykelciğinde başın üzeri – herhalde ölüm büyüsü amacıyla – ağla kaplı (Kostenki). İlk Tunç Çağı’na kadar kadın saçını gizlemiyor. Erkekler devleti örgütledikten sonra kadınlar örtülüyor, ikisi arasında sıkı bir ilişki var. İlk örnek, Sümer’de 3200’de devlet ortaya çıktıktan sonra, yalnızca tapınak fahişelerinin, o da tapınak dışında başları örtüldü. […] Kadının kırk küsur bin yıl önce ipi ve büyüyü bulması ona üstünlük sağladı, icat ettiği iple saçı özdeş tutuldu. Düşmanı uzaktan bağlama büyüsüyle etkisiz kıldığına inanılan büyüye saygı duyuldu. Çünkü inanç dizgesinde en güçlü büyüler bağlama, düğüm büyüleriydi. Büyü kadınların elindeki tinsel silahtı. Saçları ‘büyülü bağlar’ olarak kabul edildi. Erkekler devleti örgütleyince büyüyü kadına yasaklayıp erkeğe serbest bıraktılar, saç yasağı bunun devamıdır. Sümer/Akad’da ve başka halkalarda bunlar uygulandı.

“ […] Kadınların avantajlı durumu erkeklerin devleti birçok alanda örgütlemesine dek sürdü. Erkeler orduyu oluşturup av tecrübelerini savaşa taşıyınca, madeni silahlar yapınca ve yağmaya dayalı savaşları kazanınca güçlendiler. Kendi yurtlarındaki ambarları, çalışanları, toprağı ‘prestij’le kolayca ya da zorla ele geçirdiler. Daha önce kadınların örgütlediği ve kadınlar için üreme/üretim/aile/aşk/büyü konusunda bir eğitim merkezi gibi işlev gören tapınağı yeniden örgütlediler. Rahiplerin sayısı çoğaldı, rahibeler geriledi. Tanrıçanın üretimle ilişkisini bereket büyüsüne indirgediler; kadın artık sınırsız toprak-ana değildi, tarlayla özdeşti ve ikisi de erkeğin mülkiyetinde görüldü. İşte bu dönemde kadın saçı örtülmeye başlandı. Çünkü kadın saçı, inanca göre, büyü nesneleri içinde en önemli büyü nesnesi. Kadınlar kurbanın küçücük bir tasvirini kilden yapıp üzerine saçını doluyordu. Böylece onun ruhunu eline geçirdiğine, denetlediğine inanıyordu.

“ […] Kadın saçının olağanüstü yaptırım gücü olduğuna inanıldığı için, saç, büyünün en önemli malzemesiydi. Bunlar batıl inançtı. Simgeleri binlerce yıl sürdü. Erkekler bu uygulamalara yine batıl inançla ‘kadının başını örterek/bağlayarak’ yanıt verdiler. Saça getirilen yasağına arka planında binlerce yıllık geçmişin erkekleri tehdit eden ürkütücü hayalleri var. Bunun en iyi ilacı bilgilenmek, bilinçlenmektir.” (Yıldız Cıbıroğlu, “Kadın Saçı, Büyü ve Türban”, İstanbul: Payel Yayınevi, 2007)

İnternette oradan buraya dolaşırken Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Ali Murat Güven’in “Bedüizzaman ile Sinemaya Gitmek” başlıklı yazısına denk geldim geçen gün. Nam-ı diğer “Said-i Nursî” olan bu zâtın ne amaçla sinemaya gittiğini merak edip yazıyı okudum. Meğersem kendisi ibret almak ve dersler çıkarmak için gidermiş. Maalesef, yazıda hangi filme gidildiği yazmıyordu. Yalnız, Güven’in yaptığı bir eleştiriye takıldım. Şöyle yazmış:

“Ortalık parayı erken bulmuş, ama kendisine ceketiyle uygun renkte bir kravat almaktan aciz, ayakkabısına en son boyayı altı ay önce sürmüş, soba borusu gibi pantolonlarla dolaşan bir sürü sözümona ‘mütedeyyin kıro’dan, ‘İslâmcı berduş’tan geçilmiyor. Sanata, bilime, estetiğe, kaliteli yazı ve hitabete, kişisel hijyene bütünüyle ilgisiz, tek derdi ‘cukka yapmak’ olan bir sürü adam ve kadın. Yiyemeden göçüp gideceği yastık altı paracıklarından bir dirhemini, hayat yolunun henüz başlarındaki gencecik bir şaire, yazara, ressama, sinemacıya ya da evlenmek için çırpınan birine ver deseniz, on dakika boyunca kalbi sıkışan tiplerdir bunlar …

“Sizi, dünyadan ve infaktan bihaber ‘köylüler’ sizi … ” (26.01.2007)

Güven bunun nedenini “muhafazakâr bir burjuva sınıfının olmamasına” bağlamış. Diğer yandan, kadınları toplumsal hayattan dışlayarak evlere, hatta odalara hapseden bir zihniyetin kimi temsilcilerinin günlük hayatlarında ne kadar “paçoz” kılıklı olduklarını, ne kadar ilkel ve sığ kafalı olduklarını güzel tasvir etmiş kendisi. Yeni Şafak gibi “muhafazakâr” bir gazetede yazan birisi için samimî bir davranış sayılabilir sanırım.

Yıllar önce, kâfir olmadığım (!) dönemlerde camiye giderken ben de benzeri biçimde düşünürdüm. Cuma namazlarına gittiğimde ayakkabılarımı koymak için açtığım o dolaplardan çıkıp yüzüme savrulan iğrenç ayak kokusunu; abdest alıp ayaklarını iyice kurulamadan giydiği delikli, kirli beyaz çorapları ile etrafta dolaşanları; onların o hâlde bastığı halıya tiksinerek alnımı koyuşumu; haftada bir defacık olsun camiye gelirken deodorant kullanmayıp, yaz aylarında ter kokuları saçarak namaz kılanları; kış günlerinde caminin kapısının önüne bırakılan çamurlu ayakkabıları hâlâ hatırlarım. Yaz ayında otobüse ya da minibüse bindiğimde de aynı rezil kokular ile karşılaşıyorum.

Elbette ki, bütün bunları ne dinin kendisine ne de o dine inananların tümüne atfetmek doğru. Ama neden bu insanlar böyle? Hem temizliği emreden bir peygamberin olduğu bir dine inanıyor ve dini vecibelerini yerine getirmek için camiye gidiyorlar, hem de kılıklarına karşı böyle ilgisizce camiye geliyorlar. Böyle davranmak bariz bir çelişki değil mi?

Sadece bir kıyafet meselesi de değil bu. Bu kesimden kimilerinin Güven’in bahsettiği türden samimiyetsiz davranışlarına da maruz kalmış biriyim. Muhafazakâr düşünceli arkadaşlarımdan da işitiyorum bu türden şeyleri. Onlar da yakınıyorlar bundan. Mithat Cemal Kuntay “Üç İstanbul” adlı romanında bunlar için şöyle yazmıyor muydu? “Sarıklı milletini bana sen mi anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah’ı da inkar etsinler; Peygamber’i de! … ” (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1998, s. 309)

Bana göre, bunların nedeni Türkiye’nin sanayileşememiş olmasından kaynaklanan ve çoğu hâlâ şehir yaşamına intikâl edememiş, medenileşememiş bir köylüler yığınından ibaret bir toplum hâline dönüşmesinden kaynaklanıyor.

Bir tarafta kadının başının kapatılmasına ilişkin tarihi bir kitap, diğer yanda bu kapatılmayı savunan zihniyetin içinde bulunduğu durum, bunları yazmaya sevk etti beni.

(Sanırım, bu aralar, uzun ve karmaşık cümlelere sahip bir üslubu olan Hayek amcam ile uğraştığımdan dolayı benim de yazımın kimi yerleri uzun cümleli oldu.)

1 comment:

gaykedi said...

erkek kadının saçından tahrik oluyorsa, kadında erkeğin saçından tahrik oluyor demekdir, erkeklerde türban taksın o zaman :)

saçma sapan inançlar işte, boşuna dememişler aklın bittiği yerden din başlar diye :)