Thursday, April 19, 2007


ZEKERİYA SERTEL’İN HATIRLADIKLARI

Geçen defa geçmişe bakarken, olup bitenleri milliyetçilerin tarafından aktarmıştım. Bu defa da sol görüşlü birilerinin yaşadıklarından biraz bahsedeyim diyorum. Cumhuriyetin ilk dönemlerinden önemli bir şahıs olan Zekeriya Sertel neler diyor acep? (Zekeriya Sertel, “Hatırladıklarım (1905-1950), İstanbul: Yaylacık Matbaası, 1968. Sertel’in kitabı sonradan Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmış, baskısı bulunuyor.)

Bir gün Halide Edip Adıvar gelip Sertel ve eşine öğrenim görmek için Amerika’ya gitmek isteyip istemediklerini sorar. Teklifi kabul eden Serteller 1919 yılında Amerika’ya gider ve New York’daki Columbia Üniversitesi’nde eğitime başlarlar. Oradaki ufak Türk kolonisi ile bağlantıya geçen Zekeriya Sertel, Kurtuluş Savaşı için para yardımı toplamaya başlar ve bu amaçla toplantılar yapar. 1922’de, Yunanlıların İzmir’de yenildiklerini haber alınca, bunu kutlamak için olağanüstü bir toplantı düzenlerler. Toplantıda zamanın Çocuk Esirgeme Kurumu başkanı da vardır. Olanları şöyle anlatıyor Sertel:

“ […] Toplantıya katılanlar mutluluk ve sevinçlerini yardıma daha geniş biçimde katılmak suretiyle belirtmekte yarış ediyorlardı. Heyecanın en son haddine vardığı dakikada dinleyicilerin arasından biri kalktı. Kürsüye doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Palabıyıklı, yanık yüzlü, kırk yaşlarında yağız bir Anadolu çocuğuydu. New York’daki Türklerden değildi. Onu aramızda ilk defa görüyorduk. Sessizce kürsüye çıktı. Hepimizin gözü merakla tanımadığımız bu yabancıya dikildi. Tereddütlü, utangaç ve iddiasız bir sesle konuşmaya başladı:

“ ‘Arkadaşlar, ben Detroit’den geliyorum. Memlekete dönüyorum. Bu toplantılarınızda ilk defa bulunuyorum. Kurtuluş Savaşı’nda canlarını ve kanlarını verenlerin hikayelerini dinledim. Yetim kalan yavrucakların acıklı hâlini öğrendim, onun için konuşuyorum. Ben Amerika’da 18 yıl çalıştım. İşte bu süre içinde kazanıp biriktirdiğim para … (Cebinden bir cüzdan çıkarıp kürsü üstüne bıraktı). İşte altın saat ve köstek … (Boynundan kalın altın zincirli bir saat çıkarıp masanın üstüne koydu). Bunları Anadolu’daki şehit kardeşlerimizin yetim yavrularına gönderin. Bana da İstanbul’a kadar bir vapur bileti alın. Başka bir şey istemiyorum.’

“Hepimiz donakalmıştık. Bu yüksek hamiyet örneği Anadolu çocuğunu kucaklayıp öptük. Amerika’da Detroit otomobil fabrikalarının ateş ocaklarında bin bir güçlük içinde çalışarak kazandığı parayı bir tahta masanın üzerine atıvermişti. Bu hamiyet sahnesi birçoklarımızın gözlerinden yaş getirmişti.

“Para çantası açıldığı zaman içinden 18 bin dolar çıktı. Bu adam bu parayı yemeyerek, içmeyerek, dolar dolar biriktirmişti. Bu para ile memlekete dönüp kendisine iş tutacaktı. Paranın bir kısmını olsun geri vermek istedik. Kabul etmedi ve bunu bir hakaret saydı. Bütün varlığını vermişti. Kendisine bilet alındı, bir miktar cep harçlığı verildi ve bu fedakâr işçi memlekete parasız döndü. Orada savaş esnasında bütün ailesinin öldürüldüğünü ve hayatta yapayalnız kaldığını öğrenince tekrar Ankara’ya döndü. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kendisine bir iş verirler diye umuyordu. Fakat varını yoğunu verdiği Çocuk Esirgeme Kurumu bu adamın elinden tutmadı ve ona iş vermedi. Sık sık bana gelir, dert yanardı. Sonra İstanbul’a döndü bir depoda bekçilik işi buldu. Ömrünün son senelerini böyle geçirdi. Bu meçhul kahramanın adı Çavuş’tu. Asıl adını vermeye lüzum bile görmezdi. Amerika’da 18 yıl çalıştığı hâlde onu kimse tanımıyordu.” (s. 91-2)

O günlerden bugünlere, avanta parası ile çocuklarını yurt dışında okutan başbakanların olduğu bir memleket hâline geldik. Acaba o zamanlarda yaşasaydı, Kasımpaşalı yüce Tayyip buna benzer bir şey yapar mıydı? Hadi parasının tamamını vermesinden geçtim, Kurtuluş Savaşı’nı destekler miydi hiç?

Amerika’da üç yıl kalan Serteller 1923 yılında memlekete dönerler. Zekeriya Sertel aynı yılın ortalarında Ankara’ya yerleşir. Sertel’in o günlerin Ankara’sına ilişkin bir anısını vereyim:

“Ben eve indiğim zaman burada iki Amerikalı misafir vardı. Biri Amerikan haber ajanslarının birinin temsilcisi, öteki de Amerikan Ankara konsolosuydu. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne geçtikten sonra da bir süre burada kaldım. Bu arada gelen yabancı gazeteciler bu eve inerlerdi. Basın Yayın Genel Müdürü olarak onlarla ben meşgul olurdum.

“Bir gün bir Amerikalı kadın gazeteci geldi. 30-35 yaşlarında güzelce bir kadındı. Kadın görmeyen Ankara’da bu bir olay oldu. Kadın işi gereği benimle temas ettiği ve bir evde beraber yaşadığımız için, herkes bana kıskanç ve anlamlı gözlerle bakmaya başlamıştı.

“ ‘Ne oluyor Zekeriya, monopol mu?’ diyenler de vardı.

“Bir akşam kadının canı sıkıldı. ‘Eğlenebileceğimiz bir yerlere götürün beni,’ diye tutturdu. Ankara’da geceleyin gidilebilecek hiçbir yer yoktu. Herkes erkenden evine kapanırdı. Yalnız, Meclis’in karşısındaki bahçede açık hava sineması gösterilirdi.

“ ‘Gidelim,” dedi. “Sinemaya gidelim.’

“Çıktık. Karanlık ve tozlu sokaklardan geçerek film gösterilen bahçeye geldik. Seyirciler birbiri arkasına sıralanan aralıksız sıralara oturmuşlardı. Biz de en arkada boş bir sıraya iliştik. Biraz sonra filmin birinci kısmı bitti, ışıklar yandı.

“Bir de ne görelim! Bizim arkada oturduğumuzu gören seyirciler derhal yüzlerini bize çevirmişler. Filmden daha iyi, seyredilecek güzel bir kadın görmüşlerdi. Işıklar sönünceye kadar gözlerini bizden ayırmadılar. Kadın muhabir sonra gazetesine bu olayı nasıl anlattı, bilmiyorum.” (s. 101-2)

Hoş, olay 20’lerin Ankara’sına ait olmasına rağmen, bugün memleketin kimi yerlerinde durumun hiç de değişmediğini pekâla biliyoruz. Geçen ay Londra’da iken ev sahibem Metty’nin İzmir’de başına gelenleri anlatmıştım. İşte bu insanların çıktığı bölgelerden Ankara’ya gelen köylüleri Sertel şu şekilde anlatmış:

“Evimizin arka tarafında geniş, boş arsalar vardı. Ankara’ya gelen köylülerin bir kısmı burada açıkta yaşarlardı, havyanları ve çoluk çocuklarıyla beraber. Hayvanları bir kenara bağlıyor, yere yırtık pırtık bir şeyler açıyor, günü geceyi onların üzerinde geçiriyorlardı. Köylülerin arabaları ve hayvanlarıyla şehre girmeleri yasak edilmişti. Üstleri başları yamadan görünmüyor, renkleri topraktan ve kilden anlaşılmıyordu. Yaşayışları fakirce olmaktan da aşağıdaydı. Hani istatistiklerde asgari yaşayış seviyesi diye bir terim vardır. Bunlar bu yaşayış seviyesinin de altındaydılar. Eğer buna yaşamak demek doğruysa … Arada sırada yanlarına giderdim. Başka bir dünyadan gelmiş yaratıklar gibiydiler. Ben sefaletin bu kadar koyusunu, bu kadar elde tutulanını görmemiştim. Oysa, bu büyük kurtuluş savaşını onlar yaşamışlardı. Şu yırtık kirli paçavralar içinde vücutlarını örtmeye çalışan kadınlar, cepheye sırtlarında mermi taşımışlardı. Anadolu’nun kesin gerçeği buydu.” (s. 103)

Sertel 1927 yılında “Resimli Ay” adında bir dergi çıkartmaya başlar. O dönem Sovyetler Birliği’nden yeni dönen Nâzım Hikmet de dergide çalışmaya ve şiirlerini yayınlamaya başlar. Şöyle yazmış Sertel:

“Nâzım’ın ünü günden güne yayılıyor, ziyaretçileri ve hayranları çoğalıyor, ondan söz ediyordu. Ünü sonunda Mustafa Kemal’e kadar ulaştı. Mustafa Kemal’in İstanbul’da bulunduğu bir sırada, bir akşam Dolmabahçe Sarayı’ndaki sofrada Nâzım’ın adı geçer. Hazır bulunanlar Nâzım’dan hayranlıkla söz ederler. Kendisine Nâzım’ın çağımızın en büyük Türk şairi olduğu söylenir. Merak eder. Bir şiirini dinlemek isteğini gösterir. Nâzım’ın şiir plâkları getirilip çalınır. Mustafa Kemal dikkat ve hayretle dinler. Sonra ‘Bu şair sizlere benzemiyor,’ der. Ve Nâzım’ı getirtip şiirlerini onun kendi ağzından dinlemek arzusuna kapılır. ‘Bu şairi bulup getirsinler,’ emrini verir.

“Fakat vakit gece yarısını geçmiştir. Telefonla Kadıköy polis merkezine Nâzım’ı bulup getirmeleri emri verilir. Gece geç vakit bir polis, Nâzım’ın evinin kapısını çalar. Nâzım uykudan kalkıp kapıyı açar. Karşısında polisi görünce şaşırır. Bir an soğuk terler döker.

“Polis nezaketle Mustafa Kemal’in kendisini Dolmabahçe Sarayı’nda beklediğini bildirir. Nâzım o vakit kendisine gelir.

“ ‘Oğlum,’ der. ‘Ben Deniz Kızı Etfalya değilim.’

“Bunu der demez kapıyı kapar.

“Mustafa Kemal o sıralarda sofrasına Etfalya Hanım adında bir şarkıcı kızı getirtmeyi âdet edinmişti. Nâzım şarkıcıya benzetilmekten kırılmıştı. Bu cevabıyla Mustafa Kemal’e basit bir şarkıcı gibi çağırılamayacağını anlatmak istemişti.

“Nâzım’ın cevabı kendisine bildirildiği zaman Mustafa Kemal’in tepkisi şu olmuş:

“ ‘Aferin çocuğa … İşte şair dediğin böyle olmalı!’

“Mustafa Kemal bu cevabıyla kendi büyüklüğünü göstermiştir. Yoksa bu cevaba kızabilir, Nâzım’a yapmadığını bırakmazdı.” (s. 158-9)

Eh, düşünün bakalım, kendisi hakkında yazılıp çizilen her şeye dava açmayı âdet edinmiş Kasımpaşalı başbakan bey bu durum karşısında ne yapardı? Leman dergisinde geçen temmuz ayında yayınlanan “Reco Kongo Kenesi Türkiye’nin Anasını Ağlatıyor” başlıkla karikatüre 25 bin Törkiş liralık dava açan, hikmetinden sual olunmaz Tayyip beyefendi? Bugün öğrendiğime göre, hazretin tazminat davası reddedilmiş. Belki de yeteri kadar dua etmedi? Ancak şunu da ekleyelim, dergideki yazılarından ötürü Sertel 1927’de İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıp üç yıla mahkûm olur.

Sertel 1936’da Tan gazetesinin yayıncıları arasında yer alır. Savaşa ve faşizme karşı çıkan çevrelerin sözcüsü hâline gelen gazete, 1945 yılında bir kışkırtma sonucunda birtakım “milliyetçi” gençler tarafından basılıp yağmalanır ve tahrip edilir. Ünlü “Tan Olayı” budur işte. Nasıl mı olmuş? İşte:

“4 Aralık 1945 gününün sabahı, üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makineleri balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Ellerine ne geçtiyse yakıp yıktılar. Sonra, ellerinde kırmızı boya şişeleri, ‘Serteller nerede?’ naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda ‘İşte Kızıllar!’ diye gezdirmekti. Bütün bunlar polisin gözü önünde oluyordu. Göstericiler bizleri bulamayınca, vahşî naralarla yollara düştüler. Beyoğlu yakasına geçtiler. Orada Sabahattin Ali ile Cami Baykurt’un çıkardığı ‘La Turquie’ gazetesinin matbaasına gittiler. Orasını da kırıp döktükten sonra vapurla Kadıköy’e geçip bizi evimizde basmaya teşebbüs ettiler.” (s. 269-70) (Serteller o esnada komşularına sığınmışlardır.)

Bu olaydan sonra Zekeriya Sertel karısıyla birlikte Türkiye’den ayrılır. Birlikte Paris, Budapeşte, Moskova ve Bakû’de yaşarlar. Bakın, matbaa olayıyla ilgili olarak o yıllara ait bir anısında ne diyor Sertel:

“O sıralarda evimize en çok gelen dostlardan biri de Cami Baykurt idi. Cami Baykurt felaket arkadaşımızdı. Hapishanede dostluğumuz kuvvetlenmişti. Her hafta mutlaka bize gelir, akşama kadar bizde kalırdı. Beraberinde gölge gibi, ondan hiç ayrılmayan Özdemir adında bir genç vardı. Bu genç, Demokrat Parti’nin ilk toplantısına katılmak üzere Ankara’ya gittiğimiz zaman istasyonda bizi karşılayan adamdı. Sevimli, samimî, candan biriydi. Cami beyi gerçekten çok sever, çok sayar görünürdü. Cami bey de onu oğlu gibi severdi. Özdemir, Adnan Menderes ile Tevfik Rüştü Aras’ın yeğeniydi. Zengin bir aileye mensuptu. İşsizdi. Annesinden gelen parayla geçindiğini söylerdi. Bizi yarı yolda bıraktıkları için Celâl Bayar ile Adnan Menderes’e kızmış görünür ve onları eleştirirdi. Hatta bizlere Adnan Menderes’in aile hayatının içyüzünü bile anlatmaktan çekinmezdi.

“Bu koşullar içinde Özdemir’in samimiyetinden şüphelenmemiz olanaksızdı. Günler geçtikçe hepimizin sevgisini kazandı. Evimizin sürekli bir ziyaretçisi oldu, evimizi gelip gidenlerle dostluk ilişkileri kurdu, kimse de onda şüphe etmiyordu.

“Gel zaman git zaman, 1961’de Demokrat Parti elebaşlarını yargılayan Yassıada mahkemesinde Özdemir tekrar ortaya çıktı. Mahkemede 1945’ten beri, yani bizim eve devama başladığından beri, polis emrinde çalıştığını itiraf etti. Polisin aramıza soktuğu casusun o olduğu anlaşıldı. Doğrusu çok ustaca çalışmış, hiçbirimizde en ufak bir şüphe uyandırmamıştı. Rolünü iyi oynamıştı. […]

“Aradan hayli yıl geçti. Neden sonra ona ilk kez Paris’te rastladım. Beni görünce durdu, utancından elleriyle yüzünü kapadı. Sonra yanıma sokularak, ‘Zekeriya bey,’ dedi. ‘Önce yüzüme tükürün, sonra isterseniz konuşmak lûtfunda bulunun.’

“Bu bir itiraftı. Yüzüne tükürmedim, ama iğrenerek uzaklaştım. Bir insan bu kadar alçalabilirdi. Bir daha kendisini görmedim.” (s. 273-4)

Yıllarca uğraştıktan sonra Sertel 1977’de Danıştay kararıyla Türkiye’ye dönebilir. Ancak Milliyet, Cumhuriyet ve Vatan gazetelerinde yayınlanan yazılarında Sovyetler Briliğ’ndeki uygulamaları eleştirmesi tartışmalara yol açınca, Amerika’ya kızının yanına gider. 1980 yılında Paris’te ölür.

Nereden nereye … Okudukça bakıyorum, şimdi ile o zaman arasında ne kadar değişiklik var diye soruyorum. “Neredeyse yok,” diye yanıtlıyorum. Bizim milletin hafızasının zayıf olduğunu söylerler. Ama hatırlamalarına gerek yok ki! Nasıl olsa aynı şeyleri yaşamaya devam ediyoruz. Böylece eskiyi hatırlamamıza hiç gerek kalmıyor. Olanları kanlı canlı biz de yaşıyoruz. Gerçi kötümser görünmek istemem, ama bunları tekrar tekrar yaşamaktan kurtulmak için ne yapmalı? Halkın medenî seviyesini nasıl arttırmalı? Bunlar için ne yapılması gerektiğini ciddi ciddi düşünen kaç kişi var acaba?

3 comments:

Anonymous said...

Butun bunlari okuduktan sonra, ne kadari cevre, ne kadari ailenin etkisi ve ne kadari insanin icinden gelen durtuler diye dusundum. Erdogan, baska turlu bir aileye dogmus olsaydi, kendine gore karizmasiyla, acaba CHP'nin parildayan yildizi olur muydu? Dedesinin babasi Kurtulus Savasi zamaninda kimin tarafindaydi acaba? Arastirmaya deger ama nasil ogrenilebilir? Imam Hatip liseleri, Erdogan'in gencliginde de militan yetistiren yerler miydi? Yoksa, bu insanlar onculer mi? Her darbede hangi taraftaydilar? Annesi Demirel'e mi oy vermisti? Yoksa bastan Erbakanci mi idiler? Karisi basini kapamadan once, hangi partiye oy verirdi? Annesi, babasi hangi partiye?

www.elifsavas.com/blog

gaykedi said...

Ankara' nın yoksul hali yürek parçalayıcıydı...Tanrım bu insanlar bu koşullar da bu cumhuriyeti nasıl kurmuşlar şaşırmamak elde değil! Faşistlerin halen devletin, ordunun, polisin için de yaşadığını bilmek üzücü :(

bliyaal said...

Elif, emin ol, eğer Erdoğan CHP gibi bir partide olsaydı, aynı tavrı izler, bu defa yaptıklarını “Atatürkçülük adına” diyerekten yapardı. Baykal’ı devirirdi eminim, ama bence al birini vur ötekine olurdu sonuç. Erdoğan’ın bu şekilde olması bence yetiştirilme tarzından. Ama Allah bilir, Erdoğan’ın dedesi Kurtuluş Savaşı’nda gitmiş Said-i Nursi’yi falan desteklemiştir. Olmaz olmaz demeyin :)

Özge; ben hep söylüyorum şu toplama kampı meselesini :) Topladık mı siyasetçileri bir kampa, oldu bu iş! Halkın medenî seviyesi, bence, ancak yaşam koşullarının değişmesiyle mümkündür. Yani o geri topraklara ister istemez serbest piyasa ekonomisi girecek. Marx bile kapitalizmi eski geri yapıları çözdüğü için över. Başka yol göremiyorum – tabii bir iktisatçı olarak :)

Gaykedi, ben o dönemin koşullarını düşündüğümde, iş başında olan kadronun neredeyse bir düzeni yoktan var ettiklerini düşünüyorum. Şimdi Atatürk’e laf söyleyenler, emin ol, o dönemde yaşayıp bu koşulları görselerdi yurt dışına kaçarlardı. Maalesef şu faşist zihniyeti ortadan kaldıramadık. İşte bunu besleyen de bahsettiğim geri yapı. O dönemde de aynıymış, şimdi de aynı.