KOŞ BABAM KOŞ: BİR LİBERALİZM SAVUNUSU
Sonunda bugün haziran ayında doktora yeterlilik sınavına girmek için okula başvuru yapmaya gittim. Okula giderken yurt dışına çıkmadan önce kaydımı dondurmak için neredeyse 2 ay beklediğimi hatırladım. Enstitü ilkin Londra’da kayıtlı olduğum okuldan öğrenci olduğuma ve paralarının ödendiğine ilişkin belge istemiş, ardından da belge İngilizce olduğu için bunun bir tercümanlık bürosu tarafından yapılan noter tasdikli Türkçe çevirisini istemişti. Tercümanlık bürosunu bulup tek sayfalık kağıdın çevirisini yaptırmış, ardından gidip bir ton para ödeyerek notere tasdik ettirmiştim. Bunlar olurken de, enstitü yönetiminin bu mükemmel bürokratik işleyişine güzel güzel küfürler etmiştim. Çünkü doktora başvurusu yaparken benden yeterli derecede İngilizce bildiğime dair belge istemişlerdi. Şimdi de İngilizce belgenin çevirisini istiyorlardı. Enstitüdeki anlı şanlı profesörler İngilizce bilmiyorlar ya!
Bu türden başvurular enstitüde her ay toplanan yönetim kurulu toplantısında onaylanıyorlar. Eğer toplantıyı kaçırırsanız işiniz bir sonraki aya kalıyor. Noterden dönerken, okul yolumun üzerinde olduğundan öğrenci işlerine uğrayıp çeviriyi göstereyim dedim. Eğer bir terslik çıkarsa, geri dönüp halletmeye çalışacaktım. Kağıda bakan kadın “tamam” deyince rahatlayıp eve döndüm. Ertesi günü evrakları teslim etmek için öğrenci işlerine gittiğimde başka biri vardı. Bana “kurul toplantısı şu anda yapılıyor, keşke evraklarınızı dün getirseydiniz, bugün toplantıya yetiştirirdik,” dedi. Bunu öğrenince içimden yine bir ton küfür ettim. Dün kağıdı gösterdiğim kadın toplantının ertesi günü olduğunu bana söyleseydi, bir koşu eve gidip evrakları getirirdim.
Böylece o ay olan toplantıyı kaçırmış oldum. Bu arada, Londra’daki okul ile bağlantı kurarak okula başlangıç tarihimi değiştirdim. İzleyen günlerde, bir sonraki ay toplantının ne zaman olacağını öğrenmek için sürekli enstitüye gidip durdum. Ama çalışanlar da ne zaman olacağını bilmiyorlardı. Zira toplantılar emrivaki bir şekilde yapılıyordu. Bunların hepsi ağustos ayında olmuştu. Sonunda eylül aynının sonuna doğru toplantı yapıldı. Ancak kayıt doldurma belgesini elime aldığımda dondurmanın istediğim tarihler arasında yapılmadığını gördüm. Okul bittikten sonra Londra’da bir süre daha kalacağımı hesaplayarak kaydımın bir sene, yani iki akademik yarıyıl için dondurulmasını istemiştim. Ama okul nisan ayının 12’sinde bitiyor, benim kaydım ise 13’ünde açılıyordu. Bizim üstün zekalı profesörler, okulun bittiğinin hemen ertesi günü Türkiye’ye dönüp doktoraya devam edeceğimi düşünmüşlerdi.
Bu yapılan saçma kayıt dondurma işi Londra’da iken başıma bir sürü evrak işi açtı. Sürekli olarak öğrenci olduğuma dair belgelerin fakslarını Türkiye’ye gönderdim. Kaydım tam yarıyıl ortasında açıldığı için oluyordu bunlar. Tabii, kayıt dondururken gitmediğim dönemin harç parasını da ödettiler. Hatta çok sonra kaydı tam olarak açtırdığımda da gitmediğim diğer dönemlerin parasını ödemek zorunda kaldım. Ama bunlar ayrı hikaye. Böylece en geç ağustos ayı başında yapmayı tasarladığım vize başvurusunu, ekim ayı başında yapabildim. O dönem özel bir üniversitede okuyan bir arkadaşımın kaydını dondurması ise sadece 2 gün sürmüştü.
İlginçtir, dondurma belgesini almam ne kadar zor olduysa, vizeyi almam da o kadar kolay oldu. Bana vize başvurusunu yaptıktan sonra konsolosluktaki görüşme tarihinin belli olması için en az 3 hafta beklemem gerektiğini söylemişlerdi. Tarih de, genelde bana görüşme gününün haber verildiği günden 3 hafta sonrası için veriliyordu. Bu şekilde, görüşmeye girmek için en az 1.5 ay bekleyeceğimi hesaplamıştım. Vizeler genelde “okul süresi + 2 ay” şeklinde veriliyordu. Gideceğim okul toplam 7 ay süreceğinden, bana 9 aylık bir vize vereceklerini tahmin ediyordum. Aracı acenteye evraklarımı cuma günü verdim. Onlar da pazartesi günü konsolosluğa teslim ettiler. İzleyen cuma günü acenteden telefon edip 12 aylık vize aldığımı söylediler. Bütün vize alma işi fiilen 5 gün sürmüş, fazladan 4 ay vize almıştım. Üstelik görüşmeye de çağırmamışlardı. Londra’da iken o fazlalık 4 ayı bir güzel yedim :)
Okula vardığımda önce bölüm asistanının yanına gidip hangi evrakın gerekli olduğunu öğrendim, ardından bağlı olduğum enstitüye gidip danışmadan evrak aldım ve birlikte doldurmak için asistanın yanına gittim. Belgeyi uzattığımda kendisi bana jüri üyeleri için bir kağıt daha gerektiğini söyledi. Tekrar enstitüye gidip danışmadaki adama “jüri için gerekli bir kağıt varmış,” dedim. Bana uzattığı kağıdı alıp döndüm. Getirdiğim kağıda bakan asistan “bu da değil,” dedi. Yine enstitüye gidip danışmadaki adama “sen bana iyisi mi ne var ne yoksa ver,” dedim. Sonra bir de öğrenci işlerine gidip onlara sorayım dedim. Onlar da ilk aldığım kağıdın ismini söylediler. Elimde bir tomar kağıt asistanın yanına döndüm. Tekrar bakıp “aradığımız kağıt bunların arasında yok,” dedi. Bu türden kağıtlar enstitünün internet sitesinde de olduğu için bir de oraya girelim dedik. Maalesef, aradığımız kağıt orada da yoktu. “Bari elimizdekini dolduralım, nasıl olsa eksik çıkınca bize neyin gerekli olduğunu söylerler,” dedik.
İlk kağıdı doldurduktan sonra öğrenci işlerine gidip dosyamı çıkarttırdım. Nispeten kalın bir dosya sayılırdı, zira Londra’da iken kayıt dondurmak için sürekli olarak gönderdiğim kağıtlardan dolayı şişmişti. Görevli kadın daha kalın dosyaların da olduğunu söyleyince rahatladım. Yeterlilik sınavı için aynı zaman da dil yeterliliğini gösteren bir belge daha gerekiyormuş. Neyse ki, doktoraya ilk girişimde verdiğim kağıt bunun için hâlâ geçerli imiş, yani o kağıdı kabul ediyorlarmış. Bunu öğrenince bir de o kağıt için koşturmayacağımı öğrenip sevindim. Tabii, o kağıdın da fotokopisini çektirmek zorunda kaldım. O kadar kolay kurtulmak yok!
İşini bitirince kadın bana iki kağıt uzatıp, bunları imzalatıp geri getirmemi söyledi. Meğerse asistan ile birlikte arayıp durduğumuz jüri kağıdını öğrenci işleri veriyormuş! Kardeşim hepsini aynı yerden versenize be! Kurul toplantısı bu perşembe günü olduğundan evrakı salı günü öğleden önce teslim etmem gerekiyormuş. Bugün okulda olduğuma göre hepsini hallederim deyip kağıdı elime aldığımda, toplam 6 imzanın lazım olduğunu gördüm: dekan, bölüm başkanı, ana bilim dalı başkanı ve diğer bölüm başkanlarının imzaları! Bir tek çaycının imzasını istememişlerdi. Bu kadar kişinin aynı gün okulda olması için bir mucize gerekliydi. Hatta bunlardan bazılarının 1 hafta boyunca okula bile gelmediği oluyordu.
Geri dönüp asistan ile konuşmaya karar verdim, ama odasında yoktu. Yarım saat kadar bekledim. Onunla işimi hallettikten sonra dekana gittim, ama o da okula gelmemiş, ertesi günü gelecekti. Ne benim bölüm başkanım ne de diğer bölüm başkanları okuldaydı. Bölüm sekreterine gidip durumu anlattım. “Ben hallederim,” deyip evrakı aldı. Ancak bu iş 1 haftadan evvel olmazdı. Sonuçta bu perşembe günkü toplantıyı kaçırmış olduk. Mayıs ayı içerisinde bir kurul toplantısı daha yaparlarsa haziran ayında sınava girmem mümkün olacak – tabii o zamana kadar sinirden çıldırmazsam!
Okullarda işlerin bu kadar sıkıntılı ve uzun sürmesinin tek nedeni bürokrasi ve devlet güvencesinden kaynaklanan lakaytlık. Eğer bir iş için 30 kişinin imzası gerekiyorsa, bu bürokrasi demektir. Bizim okulun muhasebe bölümünde çalışan bir arkadaşım var. Bana boş yere orada bulunan bir sürü memur olduğunu söyledi. “Hatta bunlar okula gelmeseler, sadece evlerinden maaşlarını alsalar işler daha hızlı yürür,” dedi. Bu türden insanlara iktisatta “gizli işsiz” deniliyor. Bir fabrikada 100 işçinin çalıştığını ve 100 tane cep telefonu ürettiğini düşünün. Bu işçilerden 20’sini işten çıkarttığınızda gene 100 telefon üretmeye devam edebiliyorsanız, bu 20 kişi gizli işsiz demektir. Maalesef, bizim devlet kurumlarındaki bu insanları işten çıkartma imkânımız yok, zira devlet güvencesine sırtlarını dayamışlar.
Peki ne yapmak lazım? Bence tek çözüm özelleştirme ve devletin küçülmesidir. Ekonomik açıdan pek liberal olmasam da, bunun Türkiye için tek yol olduğunu düşünüyorum. Eğer öğrencisi olduğum okul beni müşteri olarak görmesine rağmen bana daha iyi hizmet verecekse, ben buna razıyım. Devlete ait mala zarar geldiğinde, o devlet dairesinde ya da okulda çalışanlar bu zararın devlet tarafından karşılanacağını düşünürler ve bu burum onlarda lakaytlığa yol açar. Halbuki devletin harcadığı paranın esasta bizden kesilen vergilerden karşılandığını akıllarına bile getirmezler. Bir devlet dairesindeki memurları amirlerine şikayet etseniz, hiçbir şey olmaz. Ama bu özel bir girişim olsa, müdür ya da girişim sahibi bunu dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde müşterisini kaybeder ve para kazanamaz.
Hatta daha güzel bir örnek vereyim: Başlangıçtaki cep telefonu fabrikası sahibi olan kapitalistimiz, işten adam çıkartıp gizli işsizliği azaltmasına rağmen, kötü yönetim yüzünden fabrikasını batırmış olsun. İşlerini kaybeden işçilerin yeni iş bulmaları her zaman mümkündür. Ne de olsa “çalıştığım işyeri iflas etti,” diyebilirler. Ama kapitalistimizin yeni bir fabrika açması o kadar kolay değildir. Bir girişimi batırdığı için onun zararı daha büyüktür. Hem müşterilerini hem de piyasadaki itibarını yitirmiştir. Bu haldeyken bankalardan kredi alması da kolay olmayacaktır. Yeni bir işyeri açsa bile insanlar temkinli davranarak onunla iş yapmaktan çekineceklerdir. Dolayısıyla, özel mülkiyetin ve serbest piyasanın olduğu bir sistemde, akılsızca yürütülen bir işin getirdiği zarardan doğrudan doğruya girişimci etkilenecektir. Bu da onu böyle bir ihtimalden kaçınmak için işlerinde kişisel sorumluluk almaya yöneltecektir.
Bu kadar iktisat dersi ve liberalizm savunusu yeter! Yahu bu memlekette adamı zorla emperyalist yapacaklar be!
Not: Resimdeki amcam, iktisat biliminin babası ünlü liberal İskoç Adam Smith’tir. 1776’da yayınladığı “Ulusların Zenginliği” kitabı bir klasiktir. İlginçtir, İngilizce’de Adam “adem” anlamına geliyor.
Sonunda bugün haziran ayında doktora yeterlilik sınavına girmek için okula başvuru yapmaya gittim. Okula giderken yurt dışına çıkmadan önce kaydımı dondurmak için neredeyse 2 ay beklediğimi hatırladım. Enstitü ilkin Londra’da kayıtlı olduğum okuldan öğrenci olduğuma ve paralarının ödendiğine ilişkin belge istemiş, ardından da belge İngilizce olduğu için bunun bir tercümanlık bürosu tarafından yapılan noter tasdikli Türkçe çevirisini istemişti. Tercümanlık bürosunu bulup tek sayfalık kağıdın çevirisini yaptırmış, ardından gidip bir ton para ödeyerek notere tasdik ettirmiştim. Bunlar olurken de, enstitü yönetiminin bu mükemmel bürokratik işleyişine güzel güzel küfürler etmiştim. Çünkü doktora başvurusu yaparken benden yeterli derecede İngilizce bildiğime dair belge istemişlerdi. Şimdi de İngilizce belgenin çevirisini istiyorlardı. Enstitüdeki anlı şanlı profesörler İngilizce bilmiyorlar ya!
Bu türden başvurular enstitüde her ay toplanan yönetim kurulu toplantısında onaylanıyorlar. Eğer toplantıyı kaçırırsanız işiniz bir sonraki aya kalıyor. Noterden dönerken, okul yolumun üzerinde olduğundan öğrenci işlerine uğrayıp çeviriyi göstereyim dedim. Eğer bir terslik çıkarsa, geri dönüp halletmeye çalışacaktım. Kağıda bakan kadın “tamam” deyince rahatlayıp eve döndüm. Ertesi günü evrakları teslim etmek için öğrenci işlerine gittiğimde başka biri vardı. Bana “kurul toplantısı şu anda yapılıyor, keşke evraklarınızı dün getirseydiniz, bugün toplantıya yetiştirirdik,” dedi. Bunu öğrenince içimden yine bir ton küfür ettim. Dün kağıdı gösterdiğim kadın toplantının ertesi günü olduğunu bana söyleseydi, bir koşu eve gidip evrakları getirirdim.
Böylece o ay olan toplantıyı kaçırmış oldum. Bu arada, Londra’daki okul ile bağlantı kurarak okula başlangıç tarihimi değiştirdim. İzleyen günlerde, bir sonraki ay toplantının ne zaman olacağını öğrenmek için sürekli enstitüye gidip durdum. Ama çalışanlar da ne zaman olacağını bilmiyorlardı. Zira toplantılar emrivaki bir şekilde yapılıyordu. Bunların hepsi ağustos ayında olmuştu. Sonunda eylül aynının sonuna doğru toplantı yapıldı. Ancak kayıt doldurma belgesini elime aldığımda dondurmanın istediğim tarihler arasında yapılmadığını gördüm. Okul bittikten sonra Londra’da bir süre daha kalacağımı hesaplayarak kaydımın bir sene, yani iki akademik yarıyıl için dondurulmasını istemiştim. Ama okul nisan ayının 12’sinde bitiyor, benim kaydım ise 13’ünde açılıyordu. Bizim üstün zekalı profesörler, okulun bittiğinin hemen ertesi günü Türkiye’ye dönüp doktoraya devam edeceğimi düşünmüşlerdi.
Bu yapılan saçma kayıt dondurma işi Londra’da iken başıma bir sürü evrak işi açtı. Sürekli olarak öğrenci olduğuma dair belgelerin fakslarını Türkiye’ye gönderdim. Kaydım tam yarıyıl ortasında açıldığı için oluyordu bunlar. Tabii, kayıt dondururken gitmediğim dönemin harç parasını da ödettiler. Hatta çok sonra kaydı tam olarak açtırdığımda da gitmediğim diğer dönemlerin parasını ödemek zorunda kaldım. Ama bunlar ayrı hikaye. Böylece en geç ağustos ayı başında yapmayı tasarladığım vize başvurusunu, ekim ayı başında yapabildim. O dönem özel bir üniversitede okuyan bir arkadaşımın kaydını dondurması ise sadece 2 gün sürmüştü.
İlginçtir, dondurma belgesini almam ne kadar zor olduysa, vizeyi almam da o kadar kolay oldu. Bana vize başvurusunu yaptıktan sonra konsolosluktaki görüşme tarihinin belli olması için en az 3 hafta beklemem gerektiğini söylemişlerdi. Tarih de, genelde bana görüşme gününün haber verildiği günden 3 hafta sonrası için veriliyordu. Bu şekilde, görüşmeye girmek için en az 1.5 ay bekleyeceğimi hesaplamıştım. Vizeler genelde “okul süresi + 2 ay” şeklinde veriliyordu. Gideceğim okul toplam 7 ay süreceğinden, bana 9 aylık bir vize vereceklerini tahmin ediyordum. Aracı acenteye evraklarımı cuma günü verdim. Onlar da pazartesi günü konsolosluğa teslim ettiler. İzleyen cuma günü acenteden telefon edip 12 aylık vize aldığımı söylediler. Bütün vize alma işi fiilen 5 gün sürmüş, fazladan 4 ay vize almıştım. Üstelik görüşmeye de çağırmamışlardı. Londra’da iken o fazlalık 4 ayı bir güzel yedim :)
Okula vardığımda önce bölüm asistanının yanına gidip hangi evrakın gerekli olduğunu öğrendim, ardından bağlı olduğum enstitüye gidip danışmadan evrak aldım ve birlikte doldurmak için asistanın yanına gittim. Belgeyi uzattığımda kendisi bana jüri üyeleri için bir kağıt daha gerektiğini söyledi. Tekrar enstitüye gidip danışmadaki adama “jüri için gerekli bir kağıt varmış,” dedim. Bana uzattığı kağıdı alıp döndüm. Getirdiğim kağıda bakan asistan “bu da değil,” dedi. Yine enstitüye gidip danışmadaki adama “sen bana iyisi mi ne var ne yoksa ver,” dedim. Sonra bir de öğrenci işlerine gidip onlara sorayım dedim. Onlar da ilk aldığım kağıdın ismini söylediler. Elimde bir tomar kağıt asistanın yanına döndüm. Tekrar bakıp “aradığımız kağıt bunların arasında yok,” dedi. Bu türden kağıtlar enstitünün internet sitesinde de olduğu için bir de oraya girelim dedik. Maalesef, aradığımız kağıt orada da yoktu. “Bari elimizdekini dolduralım, nasıl olsa eksik çıkınca bize neyin gerekli olduğunu söylerler,” dedik.
İlk kağıdı doldurduktan sonra öğrenci işlerine gidip dosyamı çıkarttırdım. Nispeten kalın bir dosya sayılırdı, zira Londra’da iken kayıt dondurmak için sürekli olarak gönderdiğim kağıtlardan dolayı şişmişti. Görevli kadın daha kalın dosyaların da olduğunu söyleyince rahatladım. Yeterlilik sınavı için aynı zaman da dil yeterliliğini gösteren bir belge daha gerekiyormuş. Neyse ki, doktoraya ilk girişimde verdiğim kağıt bunun için hâlâ geçerli imiş, yani o kağıdı kabul ediyorlarmış. Bunu öğrenince bir de o kağıt için koşturmayacağımı öğrenip sevindim. Tabii, o kağıdın da fotokopisini çektirmek zorunda kaldım. O kadar kolay kurtulmak yok!
İşini bitirince kadın bana iki kağıt uzatıp, bunları imzalatıp geri getirmemi söyledi. Meğerse asistan ile birlikte arayıp durduğumuz jüri kağıdını öğrenci işleri veriyormuş! Kardeşim hepsini aynı yerden versenize be! Kurul toplantısı bu perşembe günü olduğundan evrakı salı günü öğleden önce teslim etmem gerekiyormuş. Bugün okulda olduğuma göre hepsini hallederim deyip kağıdı elime aldığımda, toplam 6 imzanın lazım olduğunu gördüm: dekan, bölüm başkanı, ana bilim dalı başkanı ve diğer bölüm başkanlarının imzaları! Bir tek çaycının imzasını istememişlerdi. Bu kadar kişinin aynı gün okulda olması için bir mucize gerekliydi. Hatta bunlardan bazılarının 1 hafta boyunca okula bile gelmediği oluyordu.
Geri dönüp asistan ile konuşmaya karar verdim, ama odasında yoktu. Yarım saat kadar bekledim. Onunla işimi hallettikten sonra dekana gittim, ama o da okula gelmemiş, ertesi günü gelecekti. Ne benim bölüm başkanım ne de diğer bölüm başkanları okuldaydı. Bölüm sekreterine gidip durumu anlattım. “Ben hallederim,” deyip evrakı aldı. Ancak bu iş 1 haftadan evvel olmazdı. Sonuçta bu perşembe günkü toplantıyı kaçırmış olduk. Mayıs ayı içerisinde bir kurul toplantısı daha yaparlarsa haziran ayında sınava girmem mümkün olacak – tabii o zamana kadar sinirden çıldırmazsam!
Okullarda işlerin bu kadar sıkıntılı ve uzun sürmesinin tek nedeni bürokrasi ve devlet güvencesinden kaynaklanan lakaytlık. Eğer bir iş için 30 kişinin imzası gerekiyorsa, bu bürokrasi demektir. Bizim okulun muhasebe bölümünde çalışan bir arkadaşım var. Bana boş yere orada bulunan bir sürü memur olduğunu söyledi. “Hatta bunlar okula gelmeseler, sadece evlerinden maaşlarını alsalar işler daha hızlı yürür,” dedi. Bu türden insanlara iktisatta “gizli işsiz” deniliyor. Bir fabrikada 100 işçinin çalıştığını ve 100 tane cep telefonu ürettiğini düşünün. Bu işçilerden 20’sini işten çıkarttığınızda gene 100 telefon üretmeye devam edebiliyorsanız, bu 20 kişi gizli işsiz demektir. Maalesef, bizim devlet kurumlarındaki bu insanları işten çıkartma imkânımız yok, zira devlet güvencesine sırtlarını dayamışlar.
Peki ne yapmak lazım? Bence tek çözüm özelleştirme ve devletin küçülmesidir. Ekonomik açıdan pek liberal olmasam da, bunun Türkiye için tek yol olduğunu düşünüyorum. Eğer öğrencisi olduğum okul beni müşteri olarak görmesine rağmen bana daha iyi hizmet verecekse, ben buna razıyım. Devlete ait mala zarar geldiğinde, o devlet dairesinde ya da okulda çalışanlar bu zararın devlet tarafından karşılanacağını düşünürler ve bu burum onlarda lakaytlığa yol açar. Halbuki devletin harcadığı paranın esasta bizden kesilen vergilerden karşılandığını akıllarına bile getirmezler. Bir devlet dairesindeki memurları amirlerine şikayet etseniz, hiçbir şey olmaz. Ama bu özel bir girişim olsa, müdür ya da girişim sahibi bunu dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde müşterisini kaybeder ve para kazanamaz.
Hatta daha güzel bir örnek vereyim: Başlangıçtaki cep telefonu fabrikası sahibi olan kapitalistimiz, işten adam çıkartıp gizli işsizliği azaltmasına rağmen, kötü yönetim yüzünden fabrikasını batırmış olsun. İşlerini kaybeden işçilerin yeni iş bulmaları her zaman mümkündür. Ne de olsa “çalıştığım işyeri iflas etti,” diyebilirler. Ama kapitalistimizin yeni bir fabrika açması o kadar kolay değildir. Bir girişimi batırdığı için onun zararı daha büyüktür. Hem müşterilerini hem de piyasadaki itibarını yitirmiştir. Bu haldeyken bankalardan kredi alması da kolay olmayacaktır. Yeni bir işyeri açsa bile insanlar temkinli davranarak onunla iş yapmaktan çekineceklerdir. Dolayısıyla, özel mülkiyetin ve serbest piyasanın olduğu bir sistemde, akılsızca yürütülen bir işin getirdiği zarardan doğrudan doğruya girişimci etkilenecektir. Bu da onu böyle bir ihtimalden kaçınmak için işlerinde kişisel sorumluluk almaya yöneltecektir.
Bu kadar iktisat dersi ve liberalizm savunusu yeter! Yahu bu memlekette adamı zorla emperyalist yapacaklar be!
Not: Resimdeki amcam, iktisat biliminin babası ünlü liberal İskoç Adam Smith’tir. 1776’da yayınladığı “Ulusların Zenginliği” kitabı bir klasiktir. İlginçtir, İngilizce’de Adam “adem” anlamına geliyor.